Regülasyon Nedir? Deregülasyon Neden Yapılır?

Türkiye’de ekonomi bilgisi kıt ama ekonomi yorumu yapma ve politika üretme iştahı zengin insanların ülkesidir. Cehalet sadece bize mahsus değil, problem Türkiye’deki cahillerin ekonomi politikalarına ve piyasaların işleyişine müdahale edebilecekleri pozisyonlara ahbap-çavuş ilişkileri çerçevesinde ulaşabilmelerindedir. Regülasyon nedir diye merak ediyorsanız hemen söyleyeyim. Regülasyon kendini piyasalardan daha akıllı zanneden insanların piyasalara müdahale ederek mevcut sonuçlardan daha iyi bir sonuç üretmek için harcadıkları beyhude çabaya verilen isimdir. Regülasyonlar çoğu zaman bir çok yan etki doğururlar, bazı durumlarda gerçekten de piyasanın kendi başına bırakılmasından daha iyi sonuçlar da ortaya çıkarabilir ama her durumda kazançlı çıkan tek grup regülasyon kurullarında çalışan göbekli danışmanlar ve uzmanlardır. Regülasyonun temel amacı regülasyonun sonsuza kadar devam etmesini sağlamaktır.

Bir de deregülasyonun neden yapıldığını açıklayalım, ondan sonra örnek vererek detaylara gireriz. Türkiye gibi ülkelerde deregülasyon yapılmaz, en azından isteyerek yapılmaz. Ancak IMF veya AB gibi piyasaların serbestleşmesi taraftarı olan güçlerin zorlamasıyla ayak direyerek yapılır. Yoksa regülasyonu yapanlara bıraksanız hayatta regülasyonlardan vazgeçilmesine evet demezler. Regülasyonun olumlu sonuçlar doğurabileceği piyasa çeşitleri monopol veya tekel ile az sayıda şirketin bulunduğu oligopol piyasalardır. Regülasyon daha çok özel bir şirketin tekel olduğu piyasalarda yapılır. Ancak Türkiye gibi eski devletçi (sosyalist) ülkelerde özel şirketlerden ziyade devlet şirketleri tekel olarak faaliyet gösterdikleri için regülasyonlar ya üstü kapalı olarak yapılır ya da vatandaş 80 sene devlet tekeliyle yaşamak zorunda kalır. Sosyalist devletlerde deregülasyon sürecine ise “özelleştirme” denilir. Umarım kavramlar az çok anlaşılmıştır, şimdi bir örnekle açıklayalım.

Geçen hafta Ulaştırma Bakanlığının şehirler arası otobüs biletleri için taban fiyat uygulamaya başlamasi bir regülasyondur. Devlet piyasada ortaya çıkan fiyatlar yanlıştır, kötülük içermektedir diyerek tüm şehirler arasında uygulanabilecek minimum bilet satış fiyatını belirlemişti. Ben de bunun üzerine”Kamil Koç- Metro, şehirlerarası otobüs bileti fiyatları” başlıklı bir yazı yazarak devletin yaptığı bu düzenlemenin yanlış olduğunu, korunmaya çalışılan küçük şirketlerin bu işten karlı çıkamayacağını, kaybedenin ise tüketiciler olacağını söylemiştik. Daha sonra yazıya yapılan yorumlarda da görüşlerimizin detaylı olarak açıklamıştık. Ortaya sürdüğümüz iki tane iddia vardı.

Birincisi, ekonomisinin yarısı kayıtdışı olan Türkiye’de problem kanun konulması değil, kanunların uygulanmasıdır. Kanunlar uygulanmıyorsa yeni kanunlar veya kurallar çıkararak kanunların uygulanmasını sağlayamazsınız. Biz de bu düşünceden hareketle otobüs şirketlerinin Ulaştırma Bakanlığının belirlediği taban fiyatlarının altında bilet satmaya devam edeceğini, kurallara uyan şirketlerin ise fiyatlarını gerektiği durumlarda düşerecemeyeği için de belli hatlarda tüketicilerin zarar göreceğini belirttik. Tartışmayı yaptığımız okurumuz ise kendisinin 20 yıldır haftada iki gün otobüs yolculuğu yaptığını ve otobüs şirketlerinin taban fiyatlara uyacaklarını belirtterek bize karşı çıkmıştı.

Buna karşılık ise biz ikinci iddiamızı ortaya attık. Ona geçmeden önce Ulaştırma Bakanlığının müdahalesine rağmen Istanbul-Edirne arasında 15,5 TL’nin altına satılmaması gereken otobüs biletlerinin 10 TL’ye satıldığına ilişkin Hürriyet’in haberine dikkatinizi çekmek istiyorum. Yorum yapmaya gerek yok.

Ikinci iddiamız ise şuydu. Şirketler fiyatları düşeremiyorlarsa o zaman kaliteyi ve sundukları ikramları arttırarak devletin fiyat kısıtlamasını delebilirler. Ne tür faaliyetlerde bulunabilirler bunu hayal gücünüze bırakıyorum, dikkatinizi çekmek istediğim nokta tüketicilerin sadece fiyata değil, fiyat/kalite oranına bakarak karar verdikleridir. Bu verdiğimiz örnekten de görebileceğiniz üzere devlet piyasalara müdahale etse dahi istediği sonuçları elde edebilecek bir mekanizma kurması çok kolay değil. Türkiye’deki gibi amatörlerin yaptığı düzenlemelerin ise hüsranla sonuçlanması kaçınılmaz. Devletin asli görevi kanunları yapmak ve uygulamaktır. Daha bu konularda bir çok eksikliğimiz var, zaten bu eksiklikler yüzünden ortaya da başka bir çok problem çıkıyor. O problemleri sözde çözmek için bir çok budalaca yeni kanun ve kural ortaya atıyoruz. Sonra onlar başka “önceden tahmin edilemeyen” problemler yaratıyor ve nihayetinde ülkenin kanunları ve kurallarını muhasebeci ve avukat gibi uzmanlardan başka kimse anlamıyor, onların da ufak bir azınlığı her şeyi tam olarak kavrıyor zaten.

Adalet sistemini, vergi sistemini, kanunları ve kuralları basitleştirmemiz, uygulanmasının ve yavaşlatılmasının önündeki engelleri kaldırmamız gerekiyor. Yeni kanunlara ihtiyacımız yok, eskilerinden kurtulsak yeter.

Not: Bu konuyla ilgili baska budalaca bir ornege Stresabi sitesinden ulasabilirsiniz. Hatta gitmisken adalet uzerine su yaziyi, devlet arpaligi TRT hakkinda su yaziyi, devletin etik davranmayan kendi yoneticilerini cezalandirmada acizligini gosteren su yaziyi, Diyanet işleri baskanligi isimli diger bir milyar dolarlik israf hakkindaki su yaziyi da okuyun. Read More!

Taşımacılık Sektörü ve Promosyonlar

editorumuz havayollarinin bilet fiyatlarini degerledirdigi yazisinda, sektordeki promosyonlara psikoloji temelli bir aciklama getirmis. sirketlerin musteri davranislarini ciddiye alarak fiyatlandirma yapmalarinda dogruluk payi vardir. ama bence, gerek havayollu gerekse karayolu tasimaciligindaki promosyonlar, klasik iktisadi yaklasimla da aciklanabilir.

bu kis turkiye'ye gittigimde, ben de pegasus'la 10 liraya aslanlar gibi uctum. seyahat planim belli oldugu icin bileti yaklasik bir ay onceden internetten satin almistim. nasil oluyor da iki hamburger parasina ucabiliyoruz, ben de merak etmistim. ucakta biraz dusundum ve buna bir aciklama getirdim.

bindigim ucaktaki koltuklarin %30 kadari bostu. demek ki bu havayolu sirketi bazi seferlerinde %100'un altinda doluluk oraniyla yolcu tasiyor. oncelikle, sirket bir ucakta 10 bos koltuk kalacagini biliyor diyelim. bu koltuklari 1 liraya bile satsa, 1 lira 1 liradir. tabii sirket bu koltuklari son dakikada satmaz. oyle olsa yuksek fiyat odemeye razi yolcular da bilet almak icin, fiyatin ucuzlamasini beklemeye baslarlar. ama sirket doluluk oranini onceden tahmin edip belli sayidaki koltugu onceden satabilir.

sirketin dikkat edecegi bir sey de, ucmak icin 150 lira vermeye hazir yolcularin da boyle promosyonlardan yararlanip ucuza ucabilecegi. bu tip yolcularin fiyat ucuzladiginda olusacak talep icindeki payi yuksekse, cok ucuza cok sayida bilet satmak sirketi zarara ugratabilir. ornegin, sirketin 10 liradan bilet sattigi 10 kisiden biri 150 lira vermeye hazir bir tipse, sirket 9x10-140=-50 lirayla zarar etmis olur. (dikkat edin, burada firsat maliyetlerini hesaba katiyor ve iktisadi kar/zarardan bahsediyoruz. yoksa muhasebe kari 10x10=100 lira.) ote yandan, mesela 70 liradan 10 bilet satsa ve bunlari alanlarin 4'u 150 lira vermeye hazir tipler olsa, 6X70-4X80=100 lira kar eder. goruldugu gibi, ucakta cok sayida bos koltuk varsa, sirket biletlerin bir bolumunu ucuza satmaktan kar edebiliyor. sirket elindeki verileri degerlendirip belki bir pazar arastirmasi da yaparak, kendisi icin en karli fiyatlandirma stratejisini bulabilir.

burada onemli nokta, tasimacilik yapan sirketlerin kapasitelerinin kisa vadede sabit olmasi. o yuzden ozellikle talebin dustugu donemlerde boyle promosyonlara rastlamamiz dogal. peki sonuc verimli mi? evet, hem de super verimli. insanlar daha ucuza, cok ve rahat seyahat ediyorlar; ustelik firmalar da bundan karli cikiyor. verimsiz olan, seyahat etmek isteyen onca insan varken o ucaklarin ve otobuslerin bos koltuklarla sefer yapmalari. Read More!

THY ve Pegasus’tan Promosyon Kazığı: Statüko Saplantısı

Bir okurumuz THY ve Pegasus’un yaptığı promosyonların kandırmaca olduğunu ve vatandaşın kazıkladığını dile getirmiş:

THY, Pegasus ve diğer havayollarından şikayetçiyim…. Bu havayollarının yöneticileriyle defalarca tartıştım…. Mesele bilet fiyatları…. Diyorlar ki bir hafta öncesinden bilet alırsanız 69 TL, fakat bilet almak istediğinizde ise 150 TL üzerinde bilet fiyatını dikte ediyorlar…. Uçaktaki doluluk oranını göremiyorsunuz…. Acenteler uçak doldu diyorlar…. Yani açıkça bizi soyuyorlar… Başlangıç fiyatı düşük tutmak daha sonra da fiyatını artırmanın ne mantığı var… Kim kazançlı, kim zararda …. Bu işin bir analizini yapan var mı… Meseleyi mikroekonomi, tüketici faydası, ve asimetrik bilgi açısından tartışmaya açmak istiyorum…. Bir şeyler oluyor, ama ortada mantık yok… Mekanizma nasıl işliyor….”

Mekanizmayı anlatalım. Siz 69 TL’ye bilet reklamlarını gördüğünüz zaman “ben salak mıyım aynı yolu 15 saatte otobüsle gitmek için 50 TL vereyim, şunun şurasında aradaki fiyat farkı neredeyse sıfır, zaten Ulaştırma Bakanlığı da şehirler arası otobüs fiyatlarına taban getirdi, artık onlar da bedavaya getirip götüremiyorlar” diye içinizden geçirip bilet almak için önce havayolu acentesini arıyorsunuz. Şimdi iki durum olabilir. Birincisi adamlar sadece atıyorum 4 tane bileti 69 TL’ye satıyorlardır, sizden önce birileri davranıp biletleri kapmıştır. Ikinci durumda ise adamlar yalan reklam yapıyorlardır, kimseye 69 TL’den bilet satmamışlardır. Neticede sizden maliyetleriyle orantılı olarak 150 liralık bir para istiyorlar uçakla seyahat edebilmeniz için.

Davranışsal iktisat işte bu aşamada devreye giriyor. Siz “ulan hazır burayı aramışım, kendimi uçağın içerisinde hayal etmişim, şimdi kim tekrardan otobüs firmasının telefon numarasını bulacak da, bilet fiyatlarını sorup bilet alacak” deyip 69 yerine 150 lira olmasına rağmen bileti alıyorsunuz ve havayolu şirketi de bir müşteri çalmış oluyor. Ekonomide şimdilerde buna statüko saplantısı veya eğilimi deniliyormuş. Bununla ilgili bir örneği Iktisadiyat sitesinden okuyabilirsiniz. Biz eskiden bunlara sürtünme (friction) derdik, yani bir değişiklik yapmak için bir bedel ödemek durumundasınız, o bedelin psikolojik boyutu parasal boyutundan daha fazla oluyor, siz de değişimden kaçıyorsunuz.

Şimdi havayolu şirketlerinin bu yaptığının tüketiciyi kazıklamak olup olmadığı konusunu tartışalım ve devletin ne yapması gerektiğini konuşalım. Ben fikirlerimi söylemeden önce sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum. Yazıları sadece okuyarak ekonomiyi öğrenemezsiniz, önyargılarınızdan kurtulmak için bunları açığa da çıkarmanız lazım. Yorumlarınızı yazın, ben daha sonra bu konuyu detaylıca tartışacağım. Read More!

Bosanma Oranlari: Amerika vs. Turkiye

Amerika'da farkli egitim ve farkli irklar -ozellikle beyaz ve siyah- arasinda bosanma ve evlilik trendlerini inceleyen bir arastirma yayinlandi. Arastirmaya gore, lisans duzeyinde egitim almis kadinlarin bosanma orani, daha az okul egitimi almis kadinlara gore daha az cikti. Arastirma 1950-2008 yillarini kapsiyor. Ozellikle 1950'li yillarda lise ve daha az egitimli kadinlarin %93'u ,universite mezunlarinin ise %74'u 40 yasina kadar evlenmis. Daha sonra 1980'e kadar bu sayi sirasi ile %96 ve %92'ye cikmis-egitimli kadinlardaki trend artisi daha belirgin- Fakat 1980'den sonra gunumuze kadar bu sayi %81 ve %86'ya dusmus, sirasiyle. Bu arada bu oranlar soz konusu erkekler olunca tem tersi oluyor! Egitimli kadinlarda evlenme oranindaki dusus biraz daha az olmus. Bunun sebebi ne olabilir? Egitim duzeyinin evliligin korunmasina yardimci midir?

Arastirmacilara gore fark suradan geliyor: evlilige karsi degisik egitim gruplarina mensup bireyler arasinda farklar var. Lise ve daha az egitimi olanlarin -erkek ve kadin, ikiside- %20'si icin evlilik "finansal acidan bir guvenlik" araci olarak goruluyor, universite mezunlarinda bu oran %6.

Bende yaziyi biraz daha zenginlestirmesi ve "bizden" kilmasi icin biraz arastirma yaptim, bulgular sunlar; Turkiye'de kadinlarin evlenecekleri insanlarda aradiklari ilk ozellik su: %95 oraninda(18 yas uzeri ve ankete yanit veren insanlarin) erkegin bir isinin olmasini istemisler. Ankete yanit veren kadinlarin, erkegin kendilerine asik olmasi secenegine %90 oraninda evet diyerek, onem sirasinda ikinci sirayi vermisler. Ayrica kadinlar "aile yapilarinin benzerligi" konusunda ise %87 oraninda evet demisler ve ucuncu siraya bu ozelligi yerlestirmisler.Burada birsey belirtmek istiyorum, ki bence bu bizi Amerika ya da diger Bati toplumlarindan ayiran ozelliklerden biri, Amerika ozellikle sosyal yapisi itibari ile, farkli olmayi aile evliliklerinde cok normal karsiliyor. Basit bir ornek, Baskan Obama'nin babasi Kenya'dan, annesi taa Amerika'nin ortasindan, Kansas, bir beyaz kadin ve bu evlilikte 60'li yillarin Amerikasinda olmus!!! Bizim ulkemizde ailelerin anlasabilmesi gercekten onemli sayiliyor ve evliligin sagligi acisindan bir gosterge olarak aliniyor. Yine kadinlar erkeklerin ilk evliligini yapiyor olmasi konusunda %79 oraninda onem atfetmisler. Erkegin kadindan daha yuksek gelire sahip olmasina, kadinlar %56 oraninda evet demisler. Erkegin yakisikli olmasi ise %43 ile altinci sirada. Yine erkegin kadindan daha yuksek egitimli olmasi konusunda da %43 orani cikmis, kadinlardan.

Erkeklerde, kadinlarin onlara asik olmasini %90 ile birinci siraya koymuslar. Gercekten romantik bir cevap, genelde elestiri alan Turk erkekleri icin guzel bir sonuc. Erkekler, kadinin ilk kez evleniyor olasi icin %86 ile aradiklari ozellikler listesinde ikinci siraya koymuslar. Aile yapilarinin benzerligi ise %81 ile ucuncu sira aliyor, erkeklerin onemle aradiklari arasinda. Kadinin guzel olmasi, onemli mi, yoksa degil mi sorusuna ise %59 oraninda, evet onemlidir demis, erkekler. Kadinin bir ise sahip olmasi onemlidir diyenler ise %36 oraninda. Erkeklerin %30'u ise, kadinin geliri az bile olsa, az saat calisiyor olmasina olumlu yaklasmislar. Kadinin egitim seviyesinin, esine gore yuksek olmasi onemlidir diyen erkeklerin orani ise %17 oranina ulasmis. Esimin benden daha yuksek gelire sahip olmasi onemlidir diyen erkeklerin oranida %14 ile az sayilmayacak bir rakam.

Ulkemizdeki bosanma sebelerinde ise su sonuclar var: kadinlar, sirasiyla, aldatma %32, sorumsuzluk&ilgisizlik %21, dayak&kotu muamele %17, icki-kumar aliskanliklari %12 ile sebeblerini siralamislar. Erkeklerin bosanma sebelerinde ise su sebebler var: %35 ile aldatma yine ilk sirayi aliyor. Ikinci sirada sorumsuzluk-ilgisilik %20 olarak verilmis. Ucuncusu sirada "diger" sebebler gosterilmis, arastirmada bu sebebler verilmemis, herhalde daha kisisel nedenler var. Ama benim kendi kisisel gozlemlerim sunlar, erkegin evliligin baslangicina gore daha zenginlesmesi ve yola beraber basladigi insani artik begenmemesi, evliligin baslangicinin zayif olmasi gibi. Neyse dorduncu sirada kadinlarin erkegin ailesine karsi saygisiz davranmasi %14.5 ile geliyor.

Genel olarak ulkelerde kadinin is gucune katilimi arttikca, bosanma oranlari artiyor. Artik insanlarin da tahammul seviyeleri azaldi, benim cocuklugumda ilkokulda iken, ki ben genc bir insanim, hic annesi babasi bosanan bir arkadasimiz yoktu, ya da biz oyle biliyorduk. Ama simdi cevremde bosanmaya baslayan insan sayisinda ciddi bir artis var.

Yine ulkemizdeki arastirmalara gore: bosanma orani ozellikle 6 yil ve uzeri olan evliliklerde artiyor. Ozellikle 6-10 yillari arasindaki her yuz evliligin 21.5'i bosanma ile sonuclaniyor. Ve 16 yil ve uzerinde bu artis orani %23'e ulasiyor.

Simdi bu konu uzerinde neden durduk? Ekonomi kelimesinin kelime koku, eski Yunancadaki bir kelimeden geliyor. O kelimenin anlami da su: ev islerini yoneten kisi. Yani aileyi anlamak, aileyi olusturan kisileri, sebebleri bilmek, ya da onu sonlandiran nedenleri bilmek ekonomik karar alicilarin, sirket yoneticilerin karar kalitesini yukseltebilir. Herkese uzun omurlu ve mutlu evlilikler dilerim. Read More!

Atatürk Yönetiminde Türkiye Ekonomisi: 1924-1929

Türkiye ekonomisinin tarihi gelişimine bir göz atıyorum. 1923 yılında Cumhuriyet kurulduktan sonra nasıl bir performans izlemişiz, bugünlere nasıl gelmişiz diye merak ediyorum. Ilginç bir kaç rakam da vereceğim. Kurtuluş Savaşı filmlerinden hatırladığımız kadarıyla Türk ekonomisinin ne büyük bir beşeri sermayesi ne fiziki sermayesi ne de bir teknolojik üstünlüğü vardı. Ekonominin bütünü tarım ve ticaret üzerine dayalı idi. Savaş sonrasında Osmanlı’nın borçlarını da ödemek bize düşüyordu. Ayrıca Lozan Antlaşması gereği gümrük duvarlarımız 1929 yılına kadar Osmanlı’nın son dönemindeki seviyesini korumak zorunda kalacaktı. Yani hiç bir teknolojik üstünlüğü olmayan ülkemiz toplu iğneyi dahi ithal ediyor olacaktı.

Öte taraftan daha önce savaşmaya ayrılan kaynakların hepsi (özellikle insanlarımız) artık köylerine dönerek çiftçiliklerine devam edebileceklerdi. Bunun neticesinde 1924-1929 döneminde ekonomimiz ortalama %10,8’lik bir hızla büyüyerek altı yılda kümülatif olarak %79’luk bir büyüme sergilemiş. Tarımdaki mevsimsel/kuraklık dalgalanmanın bir neticesinde ülke ekonomisi 1927 yılında %12,7 gibi bir hızla küçülme gerçekleşmiş. Aslına bakarsanız 1927 yılında ABD’de de hafif bir resesyon gerçekleşmiş ama bunun küresel boyutları nedir tam bilemeyeceğim. ABD demişken, Amerika o dönemler henüz dünyanın süper gücü değildi. Buna rağmen Türkiye’nin göreceli performansını ölçmek için şimdi yakalamaya çalıştığımız ABD ekonomisini kullanacağım. 1924-1929 arasında ABD ekonomisi benim derlediğim bilgilere göre ortalama %3,3 reel hızla büyümüş. Anlayacağınız küresel koşullar Cumhuriyet’in ilk yıllarında o kadar da pozitif değilmiş. Buna rağmen o dönemde Amerika ekonomisinden toplamda %48 daha fazla büyümüşüz.



Peki bu süper performansı neye borçluyuz, politik ve askeri bir deha olan Atatürk ekonomik alanda da bir deha mı idi? Bu soruya cevap vermeden önce bu yüksek büyüme hızını nasıl gerçekleştirdiğimizi açıklayayım. Birincisi Lozan Antlaşmasından dolayı gümrük duvarlarını 1929 yılına kadar istediğimiz gibi belirleyemiyorduk. Yani bir bakıma ithalatın serbest olduğunu düşünebiliriz. Kör milliyetçiler bu durumun ekonomimiz için iyi bir durum olmadığını savunabilir ama gerçek durum farklı. 1930’larda gümrük duvarlarını yükseltip ithal ikameci bir politika gütmeye çabalıyoruz. Bunun yabancıların misal 1 liraya sattığı şekeri bizim 3 liraya imal edip kullanmamız anlamına geliyor başlangıçta. Yani ekonominin uzun vadeli performansı açısından hiç de doğru bir yaklaşım değil. 1930’ları tartışmadan önce 1920’lere tekrar geri dönelim.

Fatih Üniversitesinden Ali Coşkun tarafından kaleme alınan “Cumhuriyetin Ilk Yıllarında Türkiye Ekonomisi” başlıklı ve Atatürkçü Düşünce Dergisinin Kasım 2003 sayısında yazılan makaleden bir kaç rakama dikkatinizi çekeceğim. Bu rakamların kaynağı ve doğruluğu hakkında bir bilgim yok. Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu’da sadece 2 tane askeri amaçlı fabrika ve 282 tane de atölye varmış, hepsi bu. Birinci Dünya Savaşını kaybetmemize şaşIrmamak lazım, iman gücüyle ancak bir yere kadar savaşılıyor. Türkiye Cumhuriyetinin ilk bütçesi 1 Mart 1924’de kabul edilmiş ve toplam 124 milyon TL imiş. 1924 yılında 1 ABD doları ise 1,67 lira imiş (aşağı yukarı şimdiki kurlara yakın yani). Mahfi Eğilmez köşesinde Türkiye’nin milli gelirinin 1923 yılında 570 milyon ABD doları olduğunu belirtiyor. Bu kuru kullanarak 952 milyon TL milli gelirimiz olduğunu hesaplıyoruz. Yani devletin bütçesi milli gelirimizin %13’ü imiş.

1927 yılında ilk nüfus sayımı yapılmış, nüfusumuz 13.648.000 imiş ve bunun %47,7’si çiftçi imiş. Çiftçilik deyip burun kıvırmamak lazım, o zamanlar tarım ürünlerinin fiyatları bugüne kıyasla reel olarak çok daha yüksekti. Türkiye’nin 1923 yılında yaptığı $51 milyonlük ihracatın %87’si pamuk, kuru üzüm gibi tarım ürünlerinden oluşmakta idi. Atatürk’ün “köylü milletin efendisidir” sözüne de bu bağlamda şaşırmamak lazımdır, çünkü çiftçiler ekonominin en büyük üreticileri idi. 1925 yılında bir kanunla çiftçilere bedelini 20 yılda ödemek üzere hazine arazisi dağıtılmış ayrıca. Zirai araçlar ve makinalara sübvansiyonlar uygulanmış, Ziraat Bankası kullanılarak çiftçilere ucuz krediler dağıtılmış, ayrıca Ankara’da kurulan Atatürk Orman Çiftliği gibi yerlerde modern tarım teknikleri çiftçilerimize öğretilmeye çalışılmış.

Öte taraftan 1924 yılında kabul edilen bir kanunla demir yollarının devletleştirilmesi amaçlanmış. Bu amaçla yabancıların elinde olan hatlar satın alınmıştır. Ekonominin gelişmesi için demiryolu yatırımları hayati öneme sahipti, doğrudur. Devletin bu yatırımları yapmasına da o günkü ortamı göz önüne alarak karşı çıkmıyoruz. Ancak devletin elindeki sınırlı sayıdaki kaynakların yabancılar tarafından işletilen demiryollarının satın alınmasında kullanılması yanlıştır. Yapmanız gereken demiryollarının regülasyonunun yapılmasıdır, yani fiyatlarının ve kullanım şartlarının devlet tarafından belirlenmesidir. Elinizdeki para ile de yeni demiryolu veya daha da iyisi demir çelik fabrikası yaparsınız. Devletin elinde para olmadığı için demiryolu satınalmalarına 1928 yılına kadar başlamamış.

Özetle 1929 yılına kadar oldukça liberal politikalar izlenmiş (Lozan antlaşmasının zorlamasıyla), bir yandan da devlet çok büyük miktarlarda yatırımlar yapmış, yeni tarım alanlarını üretime kazandırmış ve verimliliği arttıracak modern tarım tekniklerini uygulamaya koyulmuş. Neticede yıllık ortalama %9,4 hızıyla büyümüşüz. Cumhuriyet tarihinde bundan daha iyi performans gösterdiğimiz başka bir 6 yıllık kesit yoktur, o yüzden Atatürk’e bu 6 yıllık performansından ötürü “Mustafa Kemal Atatürk Ekonomi Dehası Ödülünü” veriyorum.

Not: Bu yazıyı yazdıktan sonra Orhan Karaca kendi büyüme verilerini yolladı. Benim kullandığım DPT rakamlarının muhtemelen gayri safi milli hasıla rakamları olduğunu, kendisinin elindeki GSYH rakamlarının ise %10,8 ile benim hesapladiklarimdan 1,4 puan daha yüksek bir performansa işaret ettiğini belirtiyor. Bu da ülkemizdeki yabancıların o dönemde ekonomik büyümemize katkılarının ne kadar fazla olduğunu gösteriyor. Bir sonraki yazıda tartışacağız.

Not 2: Ben verileri aktarirken 1926 yilina ait verileri 5 puan yanlis aktardigimi farkettim, neticede GSMH rakamlarini birakip direkt Orhan Karaca'nin rakamlarini kullanmaya karar verdim ve yazidaki rakamlari da ona gore guncelledim. Read More!

Nominal Nedir? Örnekle Anlatılmıştır

Bir ekonomist nominal nedir nasıl bilmez? Mahfi EğilmezEkonomide Hurafeler ve Gerçekler” kitabına konulacak cinsten bir hata yapmış ki, insanın aklına “bu kadar cehalet ancak eğitimle olur” sözünü getiriyor. Bugünkü yazısında Türkiye ekonomisinin 1923’deki durumu ile 2009 yılındaki durumunu karşılaştırıyor. 1923 yılında GSYH’nın 570 milyon Amerikan doları olduğunu söylüyor. 2009 yılında ise GSYH’nın kisi basina 8500 dolar civarında çıkacağını belirttikten sonra şu akıl almaz sözleri sarfediyor:

“Eldeki tahminler 2009 yılında kişi başına kişi başına gelirimizin 8,500 dolar dolayında olacağını gösteriyor. Yani GSYH’mız 85 yılda 1105 kat artarken kişi başına gelirimiz 185 kat artmış. Yani toplum 1105 kat zenginleşirken bireyler yalnızca 185 kat zenginleşebilmiş.”                                                                   

Bu kadar cehalet ancak eğitimle olur. Sanki Amerikan doları değerini asırlar boyunca kaybetmeyen, herşeyin gerçek değerini her zaman gösteren sabit bir ölçüm birimi. Yok böyle bir şey. Nasıl Türkiye’de enflasyon var, Amerika’da da enflasyon var. Bundan 10 sene önce $100’a satılan mal, bugün $100’a değil belki $120’a satılıyor. 10 sene öncesinin $100’ı bugünün $100’ından çok daha değerli. 87 sene öncesinin $1’ı ise bugünün $1 dolarından kat kat daha değerli.

Mahfi Eğilmez milli gelirimizin 1105 kat arttığını söylemiş doğrudur. Mahfi Eğilmez toplumun 1105 kat zenginleştiğini söylemiştir yanlıştır. Sokaktaki ilkokul mezunu adama sorsam bana enflasyon yüzünden bu ifadenin yanlış olduğunu söyler. Nasıl paradan sıfır atılmasıyla 1 milyon kat fakirleşmediysek, enflasyon yüzünden artan gelirimizden dolayı da zenginleşmeyiz. Mahfi Eğilmez’in hesapladığı 1105 kat nominal artıştır. Zenginleşip zenginleşmediğimizi görmemiz için reel artışı hesaplamamız gerekir. Reel artış da enflasyon oranı düşüldükten sonra elimizde kalan rakama denir.

Peki Türkiye’nin milli geliri dolar bazında reel olarak ne kadar artmıştır. Bunun için Amerika’nın 1923 yılından itibaren gerçekleşen toplam enflasyon oranını hesaplamamız gerekiyor. Hesaplayalım. Şu sayfadan 1922 yılının sonunda Amerika’daki CPI-U denilen TÜFE "endeksinin" 16,9 olduğunu görebilirsiniz. Şu sayfadan da 2009 sonunda 215,95 olduğunu görebilirsiniz. Yani Amerika’da fiyatlar 87 yılda tam tamına 12,78 kat artmış. Yani 1923’ün başındaki $1 dolar bugün $12.78 değerine eşittir. Mahfi Eğilmez enflasyonun etkisini gözardı ederek toplumun dolar bazında zenginleşmesini tam tamına 12,78 kat fazla hesaplamış. Ne demiştik? Bu kadar cehalet ancak eğitimle olur.

Yapılan diğer bir yanlış ise (bu yanlışı eğitim almamış adamlar da yapabilir, o yüzden farklı bir yanlış kategorisine giriyor bu) dolar bazında zenginleşme hesaplanıyor olması. Türk halkı dolar kazanıp dolar mı harcıyor da dolar bazında “zenginleşme” hesaplıyorsunuz? Eğer 87 yıl içerisinde Amerikan doları bizim para birimimize göre reel olarak değer kazanırsa bu Türk halkının zenginleşmesini az gösterir. Öte taraftan Zimbabve doları veya Arjantin pezosu cinsinden hesaplamayı yaparsanız bu sefer de zenginleşmeyi fazla hesaplarsınız. Neden? Çünkü bu ülkelerin paraları Türk lirasına karşı reel olarak değer kaybetmiştir (ülkeleri misal olarak verdim, gerçekten paraları değer kaybetmiş mi ya da kazanmış mı bakmadim ama Türkiye’nin nereden nereye geldiğini göz önüne alırsak dolar dahil bir çok para birimine karşı değer kazandığını tahmin edebiliyorum).

Doğru olan nedir peki? Doğru olan ülkenin her yıl açıklanan GSYH artış hızının toplamda ne kadar arttığının hesaplanmasıdır. Benim elimde şimdilik Cumhuriyet’in ilk yıllarına ilişkin doğruluğundan tam emin olmadığım DPT verileri var. Orhan Karaca’dan elindeki rakamları istedim, o verirse ben de Türk toplumunun ve Türk bireyinin gerçekte ne kadar zenginleştiğinin hesabını yapan bir yazı yazacağım. O zamana kadar sizden bekledigim Mahfi Eğilmez’in hesapladığı 1105 kat rakamının değil, gerçek rakamın 50 kat civarında olduğunu düşünmenizdir. Nereden mi buldum 50 katı?

Türkiye ekonomisi yıllık ortalama %4,5 civarında büyüyen bir ekonomi, ara ara bu oranın çok altında veya çok üstünde büyüdüğümüz devreler olsa ne hikmetse ortalamada bu oran %4,5’den fazla şaşmıyor. Siz %4,5 rakamını 87 yıl boyunca katlayarak hesaplarsanız karşınıza da 46 kat gibi bir artış çıkar. Eğer ortalama rakam %5 olsaydı, 87 yıl boyunca zenginleşmemiz 70 kat olacaktı.

Mahfi Eğilmez ilginç konularda yazılar yazıyor ama arada bir sürü hata yaparak yazılarını okunmaz kılıyor resmen. Read More!

Öğrencileri Eğitmek Kolay, Öğretmenleri Kim Eğitecek?

Efendim Kayseri’de bir okul müdürü öğrencilerini cetvelle sıra dayağından geçirirken görüntülenmiş. Veliler de “okul müdürümüzü görevden almayın” diye kampanya yapıyorlarmış. Görüntüler kesinlikle yanlıştır, külliyen iftira, muhtemelen videodaki kişi okul müdürüne benzeyen Yunanlının tekidir. Türkiye’de dayak ve işkence gibi çağdışı uygulamalar kesinlikle yoktur, gazetelerde ara ara gündeme getirilen olaylar da münferittir. Sistematik bir problem ise hic yoktur.

Sistematik problem Yunanistan’da vardır. Ben oradan örnek vereyim. Yunanistan’da konuştuğum Yunanlı hocalar dayağın öğrencinin eğitiminin ve disiplininin bir parçası olduğunu düşünüyorlar. Kimi hocalar kendilerini en çok dayak attıkları öğrencilerinin sevdiğini söyleyerek övünüyorlar, kimi hocalar da “biz babasından ve annesinden daha az dövüyoruz” diyerek konunun önemsiz olduğunu söylüyorlar. Ayrıca Yunanistan’da dayak olayı sadece okulla da sınırlı değil, dayak önce evde başlıyor, evden sonra okulda, okuldan sonra askerde, sivilde ise polisler tarafından özlem duyanlara dayak atılıyormuş. Yunanlılardaki çağdışılığı görüyor musunuz? Amerika’da bir öğrenciye elinizi kaldıracaksınız, bırakın meslekten atılmayı darp etmekten bir kaç yıl hapis yatarsınız.

Sanki çocukları disiplin etmenin başka yolu yok. Dayakçı Yunanlı hocalar da geçmişin dayak yiyen öğrencileri, ne gördülerse onu uyguluyorlar. Yarın, bugün dayak yiyen öğrenciler büyüyüp polis olacak, asker olacak, öğretmen olacak, işkenceye devam edecek. Kültür dedikleri bu olsa gerek. Bu işkence zincirini kırmanın yolu ise bugünün zorbalarını işkence yapmaktan caydırmaktan, eğitmekten geçiyor. Öğretmenleri, askeri, polisi nasıl eğiteceğiz, nasıl disiplin edeceğiz?

Tabii bunlar Türkiye’nin sorunları değil, bahsettiğim kahpe Yunanistan’ın sorunları. Herkesin problemi kendini bağlar. Bir de Yunanlıların rüşvet ve vergi kaçırma gibi problemleri vardı. Sanırmısınız ki bu problemlerin çözümü birbirinden bağımsızdır. Birini çözen diğerini de çözer. Problem çözümün ne olduğunda... Read More!

Bürokrasi ve Rüşvet: Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya

Bloomberg’de bugün Yunanistan’ın içerisinde bulunduğu, Türkiye’nin 2001 yılında yaşadığı duruma hiç benzemeyen durumu tartışan bir haber yayınlanmış. Zeytinyağı üreticisi Aris Kefaloğlu isimli bir girişimci bir şirket kurmak için kalabalık hükümet binalarında devlet memurlarının kendisinden işini yapmak için rüşvet istediğini, şirket açmak için gereken imzaların her birinin de rüşvet verilmediği taktirde süresiz bir şekilde uzadığı, uzatıldığını anlatıyor. Aris “rüşvet devlet bürokrasisinin bir sonucudur” şeklinde bir ifadede bulunuyor.

Tabii Türkiye bu konularda dünyanın en önde giden ülkelerinden bir tanesidir. Bizde bürokrasi minimum seviyededir, ve gereksiz hiç bir bürokrasi yoktur. Devlet memurları da girişimcilere ellerinden gelen her türlü yardımı rüşvet beklemeden yaparlar. Yani bürokrasi ve rüşvet konusunda çok şanslıyız. Bu söylediklerimin aksini iddia eden varsa elinde belgelerle ortaya çıksın ve mahkemede ispatlasın.

Öte taraftan Osmanlı Devletinin Avrupa’daki diğer büyük parçaları olan Bulgaristan ve Romanya da rüşvet ve bürokrasi konusunda Yunanistan’la beraber Avrupa’nın en kötü ülkeleriymiş. Tam anlamıyla tesadüf. Bu ülkelerin kültürlerinin ve insanlarının, iş ahlakının birbirine çok benzediğini iddia edenler de yanılıyorlar. Her ülke farklıdır, başka ülkelerin sorunları bizim sorunlarımıza benzemez, onların buldukları çözümler de bizde uygulanamaz. Herhangi bir değişime karşı çıkan, ya değişmekten korkan ya da mevcut sistemin kanını emen vampirlerin bu bahsettiğim bahaneyi reformlara veya ülkenin problemlerine karşı sunulan çözümlere karşı her fırsatta sıralaması yanlış oldukları anlamına da gelmez.

Yunanistan’daki diğer önemli bir problem de vergi kaçakçılığı imiş. Yunanlılar ödemelerinin çoğunluğunu nakit olarak yapıyorlarmış ve fiş istemiyorlarmış. Muhtemelen satıcılar da fiş istendiği takdirde daha yüksek bir fiyat talep ediyorlardır. Yunanistan’a hiç gitmedim ama nedense böyle olduğunu tahmin edebiliyorum. Türkiye’de ise her şey kitabına göre yapılır, vergi kaçırmak, hele hele fiş istememek insanların akıllarından dahi geçmez. Herkes kayıtiçi çalışır, yasal zorunluluk olmasına rağmen bazı işverenler iş ilanlarında SSK+sigorta gibi imkanları verdiğini bilgilendirme amaçlı iş arayanlara duyurur. Yunanlılar çok şanssız yahu, biz onlardan çok farklı bir ülke olduğumuz için bu sorunlarla uğraşmıyoruz Allahtan.

Yunanlılar rüşvet problemlerinin geçmişten gelen bir problem olduğunu belirterek suçu Osmanlılara atmışlar ama bana sorarsanız rüşvetin Türklerle bir alakası yok, olsa olsa Bizanslılardan kalmadır. Örnek olarak adamın bir tanesinin bölgenin valisine rüşvet vererek tarihi Parthenon tapınağındaki mermerleri çalıp götürmesini vermişler. Mermerlerin yarısı Ingiltere’de müzede bulunmuş ama Ingilizler geri vermiyormuş. Türkiye’de bu tür problemler de hiç olmamıştır, bütün tarihi eserlerimiz yerinde duruyordur, geçmişte çalınanlar olmuşsa da Ingilizler ve Almanlar taleplerimiz üzerine tüm eserleri anında iade etmişlerdir.

Yunanlar içerisinde bulundukları krize çözüm olarak turizm gelirlerinin arttırılmasını önermişler. Çok zekice bir öneri. rögnüG sarU ve tiğiY tuluB isimli iki tane Yunanlı ekonomist de IMF’den veya yabancı devletlerden problemin çözümü için kaynak alınmamasını savunmuslar, faizlerin düşürülüp kurların değerinin yükseltilmesi ve ihracatın arttırılması yoluyla problemlerinin şipşak çözüleceğini söylemişler. Gerçi faiz düşürüp kurları yükseltme fikrinin kendilerinin değil egE nesnaC isimli başka bir Yunanlı ekonomistin fikri olduğunu da sözlerine eklemişler.

Yunanlılarla 600 yıl birlikte yaşamış olmamıza rağmen onlarla ortak özelliklerimiz olmaması gerçekten büyük şans. Baksanıza yolsuzluk adamlarda, üçkağıtçılık adamlarda, rüşvet adamlarda, bürokrasi ve kabız ekonomik büyüme adamlarda. Bunların üzerine bir de elde ettikleri vergi gelirlerinden çok daha fazlasını popülizm yaparak harcayıp iyice pisliğe batıyorlar. Yunanistan’a bakıp ders alalım diyeceğim ama adamlar bize benzemiyorlar; biz zaten bu tür problemlerin içerisine hayatta düşmeyiz. O yüzden okumaya, öğrenmeye ve boş yere vakit kaybetmeye gerek yok. Read More!

Japon Arabalarının Kalitesi Tartışılır (Toyota)

Ekonomide bir ton hurafe var, ama iş dünyasında ise hurafelerin haddi hesabı yok. Bu hurafelerden bir tanesi de Japonların en kaliteli arabaları yaptıklarıdır. Türkiye’de durum tam olarak nedir bilmiyorum ama Japon arabaları Amerika’da kaliteli, dayanıklı ve az yakıt tükettiği için alıcı bulur. Oysa herkesin yerin dibine batırdığı Amerikan arabaları bana sorarsanız Japon arabaları kadar kalitelidir, yakıt tüketiminde onlardan geri kalmaz, ve hepsinden önemlisi parçaları çok daha ucuzdur. Buna rağmen Amerikalıların bir bölümü %20 ekstra para ödeyerek Japon arabası alırlar.

Öte taraftan son günlerde benim söylediklerimi destekleyen trajik bir durum yaşanıyor. Toyota marka arabaların gaz pedallarının tasarımı hatalı imiş, gaza bastıktan sonra takılabiliyormuş ve bu yüzden de trafik kazalarına sebep oluyormuş. Internette aratın, kesin bununla ilgili haberi bulursunuz. Ben aşağıya bu arabalardan bir tanesini kullanan adamın Polis Imdat’ı aradığı telefon kaydını aşağıya koydum. Hassas bir kişiyseniz veya 18 yaşından küçük iseniz izlemeyin, sonu çok hüzünlü bitiyor. Japon otomobillerinin “kalitesini” gözler önüne seriyor.

Read More!

Kürtaj Yapımı Istatistikleri

Kürtaj konusu özellikle Amerika’daki en hassas konulardan bir tanesidir. Türkiye’de ise çok hassas olmamasına rağmen ben yine de bu konuda bir fikir belirtmeyeceğim. Kürtaja karşı olanlar “kürtaj bir cinayettir” veya “kürtaj günahtır” şeklinde olaya yaklaşırken kürtajı destekleyenler ise “kürtaj hakkı kadının özgürlüğünün bir parçasıdır” veya “sağlık için gerekli olduğu koşullar vardır” veya “aile planlaması için gereklidir” şeklinde yaklaşımlara sahipler.

Bu konudaki istatistikler ise kelimenin tam anlamıyla beyin bulandırıcı şok edici cinsten, şimdiden söyleyebilirim. Kürtaj’ın cinayet olduğunu varsayarsak (ben öyledir veya değildir demiyorum yanlış anlaşılma olmasın), Türkiye’deki 50 yaşında bayanlarin yuzde kaci hayatının herhangi bir evresinde isteyerek doğmamış çocuğunu öldürmustur diye sorsam ne cevap verirdiniz?

Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması sonuçlarına göre 45-49 yaş grubundaki kadınların %39,2’si isteyerek düşük yapmış. Yani 50 yasindaki her 5 kadından 2 tanesi isteyerek düşük yapmış. 15-19 yaş grubunda kürtaj olanların oranı ise %2,9 imiş. Kürtaj oranları çocuk sayısı ile doğru orantılı bir şekilde artıyor. Çocuğu olmayanların %6’sı kürtaj yaptırırken, beşten fazla çocuğu olanların %29’u kürtaj yaptırıyormuş. Kentlerde kürtaj oranı %23 iken, kırsalda %18, Istanbul’da %31 iken Güneydoğu da %12 imiş. Kürtaj oranları ile eğitim seviyesi arasında bir ilişki bulunmamış. Yoksulların %15’i kürtaj yaparken, zenginlerin %29’u kürtaj yapıyormuş.


En can alıcı istatistik ise su: 2004-2008 arasında gerçekleşen her 100 gebelikten 10 tanesi kürtaj ile sonlandırılıyormuş, 100 gebelikten 10,5 tanesi doğal nedenler düşerken, 1.1 tanesinde ise bebek ölü doğuyormuş. Yine de tablo o kadar kötü değil. 1993 senesinde yapılan araştırmada isteyerek düşük yapma, yani kürtaj oranı %18 imiş ve şimdi %11’e gerilemiş.

Peki isteyerek düşük yapan milyonlarca kadınımız gebelikten önce ne tür bir gebeliği önleyici yöntem kullanıyormuş? Yuzde 34’ü herhangi bir yöntem kullanmıyormuş (sonra da şaşırıp nasıl oldu bu çocuk diye söyleniyorlardır herhalde). Yüzde 39’u geri çekme yöntemini kullanıyormuş (demek ki bu çok başarılı bir yöntem değilmiş). Yüzde 11’i kondom, yüzde 5’i hap ve rahim içi araç kullanıyorlarmış. Yani hamileliği önleyici yöntemlerin başarı oranı %100 değilmiş.

Isteyerek düşük yapanlar kürtaj sonrasında tekrar benzer bir durumla karşılaşmamak için ne tür bir önlem alma yolunu seçmişler acaba? Yüzde 32’si hiç bir yöntem seçmemiş (demek ki kürtaj bu kişiler üzerinde derin bir iz bırakmamış). Yüzde 22’si geri çekme yöntemine geri dönmüş, kondom ve hap kullananların oranı %15’ere yükselmiş, %12’si ise RIA kullanmış.

İsteyerek düşük yapılmasında kararı kim vermiş diye merak ediyorsanız yaklaşık olarak yarısında eşler beraber karar vermişler, dörtte birinde kadın kendisi karar vermiş, %22’sinde ise doktor tavsiye etmiş. Kürtajların %4’ünde ise karar kocaya aitmiş.

Kürtaj yaptırmak gebeliğin 10. Haftasına kadar yasal imiş, gerçekleştirilen kürtajların çoğunluğu yasal olmasına rağmen %11’i yasal sürenin bitiminden sonra yapılmış. Yani her 100 gebelikten bir tanesi yasadışı şekilde sonlandırılmış.

Ilginc bir yazi oldu. Ben kurtajin bu kadar yaygin oldugunu bilmiyordum dogrusu. Ortalama bir kadinin birden fazla gebelige sahip olacagini goz onunde bulundurursak kurtaj yapimi oranlarinda bir degisiklik olmamasi durumunda tanidiginiz her 5 kadindan birisinin kurtaj yaptigini soyleyebiliriz. Sok edici gercekten. Read More!

Hamilelikten Korunma Yöntemleri ve Yaygınlığı

Hamilelikten korunma yöntemleri Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmasınca ilgilenilen konulardan diğer bir tanesi. Halk arasında doğum kontrol yöntemleri olarak bilinse de burada amaç hamile kalmamak olduğu için bana sorarsanız doğum kontrol yöntemi veya “doğum kontrol hapı” hatalı bir isim. Araştırmada dikkat çekilen gebeliği önleyici yöntemler sırasıyla şunlarmış: tüp ligasyonu, erkeğin kanallarının bağlanması, hap, rahim içi araç, enjeksiyon, implant, kondom, diyafram, takvim yöntemi ve geri çekme.

15-49 yaşları arasındaki evli kadınların %73’ü yukarıda bahsedilen hamilelikten korunma yöntemlerinden bir tanesini kullanıyormuş. Sizce en yaygın olarak kullanılan yöntem hangisidir? En sık olarak kullanılan yöntem %26 ile geri çekme yöntemi imiş, onu %17 ile rahim içi araç ve %14 ile kondom kullanımı izliyormuş. Hap ise sadece evli kadınların %5’i tarafından kullanılıyormuş.

Gebeliği önleme yöntemleri kadınların yaşlarına göre haliyle farklılık gösteriyormuş. Ideal olarak 2 çocuk yapmayı planlayan normal 15-19 yaş grubundaki hanımların %40’ı bu önlemlerden bir tanesini uygularken, muhtemelen istediği sayıda çocuğa sahip 30-34 yaş grubundaki hanımların ise %84’ü gebeliği önleyici yöntemleri kullanıyormuş. 45-49 yaş grubunda da hamile kalma olasılığı düşük olduğu için bu oran %59’a düşmekte imiş.




Hiç çocuğu olmayan kadınların sadece %28’i herhangi bir yöntemi kullanırken, 1-4 arasında çocuğa sahip kadınların %79’u gebeliği önleyici yöntemlere başvuruyormuş. Beş veya daha fazla çocuğa sahip kadınlar da ise bu oran %69’a geriliyormuş. Bunların içerisinde doğum kontrolüne inanmayan bir grup olması oldukça muhtemel görünüyor. Dogu’da gebelikten korunmaya çalışanların yüzdesi 61 iken, Güney’de bu oran 70’e yükseliyor; ülkenin geri kalanında ise %75 civarında seyrediyor. Ilkokul diploması olmayanların da %60’ı gebelikten sakınmaya çalışıyor iken, bu oran lise ve üzeri diplomaya sahip olanlarda %77’e yükseliyor. En yoksul insanların da bu oran %63 iken, en zenginlerde %79’a yükseliyor. Yani parası olmayan insanlar daha çok çocuk yapmaya meyilliler ve gebelikten daha az sakınıyorlar. Hey devlet zaten çocuk yapmayan zenginlerden para toplasın, sonra da bir sürü çocuğu olan (ideali 3 diyorlar) ailelere dağıtsın. Aklıma gelen diğer bir soru ise “acaba insanlar zengin oldukları için mi az çocuk yapıyorlar, yoksa az çocuk yaptıkları için mi zengin oluyorlar” sorusu.

Gördüğünüz üzere bunlar ilginç konular ve ekonominin direkt ilgi alanına giriyor. Türkiye’deki bütün problemlerin çözümünün döviz kuru ve faiz oranlarıyla oynamaktan geçtiğini düşünenler acaba faiz oranlarını düşürerek futbol takımı büyüklüğündeki ailelerin sayısını da düşürebileceklerini düşünüyorlar mıdır?

Not: Bu arada arastirmanin ilerleyen bolumlerinde gebeligi onleyici yontem kullanmayanlarin %37'si menapozda olduklari icin, %27'si kadin kisir oldugu icin, %5'i kaderci ve dini nedenlerle karsi oldugu icin, %3'u de erkek kisir oldugu icin kullanmiyormus. Desenize Turkiye'deki erkeklerin yaklasik %1'i kisirmis. Bunlari Mogolistan'a gondersek de bir sey cikmaz!!! Read More!

Güzel Ekonomi Yorumları

Hazır elim değmişken geçmişte blogumuzda yayınlanmış, ama şimdi onca yazı arasında sizin seçip bulamayacağınız güzel yazılardan bir kaçını aşağıya aktardım. Oldies but goodies:

Cari Açık, Borçlanma ve Tasarruf Oranları

Ithalata Dayalı Büyüme Olur mu, yani dinozor ekonomistlerin iddia ettiği gibi ithalat milli geliri arttırır mı?

Sıcak Para, Paradan Para Kazanma ve Güngör Uras

Uzun Vadeli Faizler Nasıl Belirlenir?

Faik Öztrak ve Verilere Dayanmayan Ekonomik Analiz

Döviz Kurlarının 45 senelik Hikayesi: özellikle yorumlar kısmında kurların reel değeri hesaplanırken TÜFE mi yoksa ÜFE mi kullanılması konusundaki tartışmaya da dikkatinizi çekmek isterim.

Işsizlik Oranı ile Suç Artışı Arasında Ilişki var mı? Yani işsizlik oranındaki artış insanları suça teşvik eder mi?

Ihracatçıların Kur Şikayetleri: ülkenin rekabet gücünün arttırılması için kurların arttırılması gerekli midir?

Devlet Müdahalesi ve Fiyat Kısıtlamaları: şehirler arası otobüs biletleri fiyatlarına taban uygulanmasından bahsetmiyoruz bu yazıda. Read More!

Ideal Çocuk Sayısı Kaçtır?

Ara ara okuyucularımız email atıp belirli konularda kaynak talebinde bulunuyorlar. Biz de elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyoruz. Oysa Google Arama motorunu kullanarak aradığınız bir çok bilgiye ulaşabilirsiniz. Bizim çocukluğumuzda ve gençliğimizde internet yoktu, bir konuyu merak ettiğimiz zaman ya gazetelerin verdiği Meydan Larus ansiklopedilerine bakar, ya da halk kütüphanelerinin yolunu tutardık. Oralarda da aradığımız bilgilerin çoğuna sayfalar yırtılıp çalındığı için ulaşamazdık. Şimdi öyle değil, yaz Google’a iki saniye içinde size getirsin aradığınız cevabı. (Jale Özgentürk ve Meliha Okur da hala Google kullanmasını öğrenmediklerinden olsa gerek Moğolistan’da bir erkeğe 6 kadın düşüyor diyen birinin yalanına inanıp koca Moğol milletine hakaret ettiler geçenlerde. Oysa iki dakikada buluverirlerdi Moğolistan’daki kadın-erkek oranını Google’da aratsalardı)

Nüfus olayına girmişken Türkiye’de bu konuda ne tür araştırmalar yapılmış diye merak ettim ve karşıma 2008 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması başlıklı Hacettepe Üniversitesince yapılan kapsamlı bir araştırma çıktı. O araştırmadan bir kaç yazı çıkarıp ilginç soruların cevaplarını sizlere sunmayı planlıyorum. İnsanlara hep sorarlar ideal çocuk sayısı kaçtır diye. Sizce ideal çocuk sayısı kaçtır? Peki toplumun ne kadarı ideal çocuk sayısının sizin dediğiniz gibi 2 olduğunu düşünüyor? (Zihninizi okuyorum değil mi, nereden bildim 2 cevabını verdiğinizi?)

Bahsettiğimiz raporda 7400 kadına bu soru yöneltilmiş ve bunların %50,6’sı 2 cevabını vermiş. Ortalamalar iyidir de tam resmi her zaman yansıtmayabilir. Iki veya daha az sayıda çocuğu olan kadınlar (ya da çocuksuz kadınlar) %61 ortalamayla iki çocuğun ideal olduğunu söylemişler. Ilginç rakam ise şu: 3 çocuğu olan kadınların %31’i de iki çocuğun ideal olduğunu söylüyor. Yani ya üçüncü çocuğu bir kaza eseri dünyaya getirmişler ya da yaptıktan sonra pişman olmuşlar diye spekülasyon yapabiliriz. Üç çocuklu kadınların %8,5’i ise 1 çocuğun, %1,8’i ise sıfır çocuğun ideal olduğunu düşünüyormuş. Kocaları mı zorluyor bunları çocuk yapmaya yoksa doğum kontrolünden haberleri mi yok?


Dört veya daha fazla sayıda çocuğa sahip bayanların istatistikleri ise daha bir ilginç. Bunların da %57’si sahip olduklarından daha az sayıda çocuğun ideal olduğunu düşünüyormuş. Toplam nüfus içerisinde neredeyse %20’lik paya sahip dört veya daha çok çocuğa sahip olan bayanların %5’i 6 veya daha fazla çocuğun ideal olduğunu düşünüyormuş. Toplam bayan nüfusunun ise %1,5’i en azından yarım düzine çocuk sahibi olmak istiyormuş. Yapın yapın devlet baba bakar nasıl olsa.

Başbakan Erdoğan gibi 3 çocuğun ideal olduğunu düşünenlerin oranı %20,5 iken, hiç çocuğu olmayan bayanlar arasında ise bu oran %14.6 imiş. Bu bahsettiğim rakamlar 289 sayfalık araştırmada ufacık bir tabloda yer alıyor. Konuya ilgiliyseniz çalışmanın tamamını okumanızı öneririm, ben de devamını getireceğim. Read More!

Çin’de Gayrimenkul Balonu Var mı?

Jim Chanos Çin’de balon var iddialarına açıklık getiriyor. Söylediklerinin çarpıtıldığını Çin ekonomisinin tamamında veya Çin yuanında balon olduğunu söylemedim diyor. Çin’deki gayrimenkul fiyatlarında ve sabit yatırımlarda balon olduğunu düşündüğünü belirten Chanos, Çin’e demir cevheri, inşaat malzemesi gibi hammaddeleri satan şirketleri açığa satarak gayrimenkul balonundan para kazanmayı düşünüyormuş. Ben Çin ekonomisinden anlamam, gayet uzak durduğum bir ekonomidir. Çin’de çobanlık yapmadım, koyun da gütmedim, o yüzden bu konuda kesin bir şey söyleyemem ama Chanos’ın gayrimenkul fiyatları konusundaki görüşlerinin doğru olduğunu düşünüyorum. Kendiniz izleyin.



Dünyanın her tarafında bir gayrimenkul fetişizmi var. Artık binlerce yıl mağaralarda yaşamanın genlerimize kattığı bir protein midir bilemeyeceğim ama dünyanın her tarafında “ev sahibi olmak” neredeyse kutsal bir olaydır. Çin’deki ev fiyatlarıyla alakalı bir kaç istatistik vereyim, siz de kendiniz karar verin:

1. Şangay’da 140 metrekare apartman dairesi $600,000 civarında imiş.
2. Pekin’de ortalama bir ev fiyatı ortalama bir kişinin 27 yıllık kazancına eşitmiş. Bu konuda dünya ortalaması 5-6 civarında imiş.
3. Ev fiyatlarındaki artış ortalama gelirdeki artıştan daha yüksek imiş. Son 6 yılda Pekin’de ev fiyatları gelirlerin %80 üzerinde artmış.
4. Çin’de erkek fazlalığı olduğu için (Hey Meliha Okur ve Jale Özgentürk Moğollar neden milyonlarca erkek fazlalığı olan Çin’e gitmemiş de Türkiye’ye gelmiş diye de sormamışlar yahu) evi olmayana kız vermiyorlarmış. Read More!

Yukselen Enflasyon Ortaminda Nasil Yatirim Yapilir

Amerika’daki onemli hedge fund yoneticilerinden birisi olan Howard Marks kendi yatirimcilari icin yayinladigi mektupda Amerikan ekonomisindeki canlanma konusunda endiselerini belirtti. Howard Marks genelde kotumser bir tahminci olarak taninir. Bizim icin onemli olan nokta, kendisinin yaptigi analizlerin derinligi ve yonettigi fonun yatirim stratejilerinden birsey ogrenip ogrenemeyecegimiz.

Hedge foncu Marks hukumetin uygulamaya koydugu kurtarma paketi ve faizlerin dusurulmesi ile uygulanan gevsek para politikasinin sagladigi yararlari su an icin kabul etmekle birlikte, Amerikan ekonomisindeki talepin tekrar ve saglikli bir trend’de canlanabilmesi icin gerekli yapisal ortamin hala saglanmadigini belirtti. Hukumetin ekonomiyi canlandirmayi yavaslattiginda, ve faizleri yukseltmeye basladiginda asil tehlikenin ortaya cikacagini soyluyor. Cunku Amerikan ekonomisinin temel tasi olan tuketici harcamalarinin kriz oncesi seviyelerine gelmesi uzun yillar alacak. Yazinin devamini buradan okuyabilirsiniz.

Peki enflasyon ortaminda nasil bir yatirim stratejisi belirlemeliyiz. Oncelikle butun yatirimcilar icin, gerek milyon dolarlik bir fon yonetin, gerekse cok calisarak olusturdugunuz birikimlerinizi yatirima donustururken ilk yapmaniz gereken planlama yapmak: Oncelikle “amacinizi” belirleyin. Yatirima yonelttiginiz bir paraniz var sonucta. Amaciniz neler, yatirimlarinizdan beklediginiz getiri ne kadar? Belli bir gelir akimi mi bekliyorsunuz yoksa yatirimlariniz degerini enflasyona karsi –ki yazimizin konusu bu- korumak mi istiyorsunuz. Cok para kazanmak mi amaciniz? At yarisi oynayan ya da cok buyuk ikramiyeli piyango oynayan arkadaslarima da neden bunu yaptiklarini sorundugumda da bana ayni sekilde yanit vermislerdi, “cok para kazanmak”. Ne zaman bu lafi duysam biraz urkmem ondan dolayi. Sonucta blog okuyucularinin birikimlerini uzun yillar ve nice emeklerin sonucunda biriktirdigini dusunuyorum. Planlamanin ikinci asamasi “kisitlar”. Kaynaklarimiz kisitli, zamanimiz ve paramizda oyle. Diger adim“risk tercihleriniz”. Risk tercihiniz simdi belirtecegim hususlarin bir fonksiyonu olarak dusunebilirsiniz. Ailenizden kalan bir varlik var mi, iyi bir geliriniz var mi, yasiniz, ne kadar nakitiniz var gibi. Mesela genc insanlar, yaslilara gore daha riskli yatirimlara yonelirler. Hatta kadin yatirimcilar, erkek yatirimcilara gore daha az risk alirlar, ki bu bilimsel bir verdir. Butun bunlarin isiginda belli bir zaman cercevesine bagli olarak “gercekci” bir amaciniz olamali.

Evet simdi siz butun bunlari yaptiniz bizde simdi hep beraber enflasyon ortaminda yatirim yapilabilecek varlik siniflarini belirleyelim. Bu arada biz de TR’de 2010 yili enflasyon beklentimizi %8 olarak belirtiyor ve ona gore onerilerimizi soyluyoruz.

· Enflasyona endeksli devlet tahvili alabilirsiniz. Mesela TR’de 15 Subat 2012 tarihli olani su an %3 civarinda reel faiz oduyor. Bir digeri, 14 Agustos 2013 tarihli olan kagit ise %3,55 faiz oduyor

· Dalgali, degisken faizli borc senetlerine de yatirim yapabilirsiniz. Gosterge faizleri degistiginde sizin elinize gecen faiz odemesi de yukselecektir. Faizler neyi izliyordu?

· Altin alin. Gecen yazimda belirttigim gibi, John Paulson ve David Einhorn gibi akilli fon yoneticileri, Altin’a cok ciddi miktarlarda yatirim yapiyorlar. Bunu yapmalarinin sebebi, sadece Altin yukselecek ben de kar edecegim diye degil, ellerindeki portfoyu enflasyon riskine karsi korumaya almak. Yani bir “amac”lari var. Ornek vermek gerekirse Paulson’un yonettigi fonun Altinla ilgili yatirimi $4.3 milyar dolara ulasti! Sadece enflasyon riski degil, Altin'i artik bir “rezerv para” olarak gormeye basladilar. Diger para birimlerininde artan devaluasyon riskini de bu yatirim kararinda etkili.

· Emtia, enerji ve gayrimenkul yatirimlari da mantikli. Cin ve ozellikle Asya’da gelen guclu GDP buyumesi, petrol, demir-celik, gemi yapimi,enerji, ve emtia yatirimlarinin cazibesini arttiyor. Ozellikle Cin’deki ulastirma ve insaat yatirimlari-gerek Cin hukumetinin inanilmaz boyuttaki canlandirma paketi, gerekse Cin’deki tuketici kredilerinin gevsekligi- bu gorusumuzu destekliyor. Bu alanlardaki endeks fonlarina yatirim yapabilir, iyi bilinen uluslararasi madencilik firmalari ve emtialari ihrac eden firmalara yonelebilirsiniz. Tarimsal urunlere olan yatirimi da dusunulmeli, cunku nufus artiyor, arz o kadar artmiyor. Zenginlesen Asya’da, orta sinif protein zengini yemekler yemege basladi. Turkiye’de zaten ben bildim bile sut ve et fiyatlari hep yuksek olmustu. Boyle giderse uzun yillar da olmaya devam edecek, gercekten bu duruma cok uzuluyorum. Milletin cocuklari sutu cok miktarda tuketirken, bizde sut hala cok pahali, icilemiyor. Gayrimenkul de her zaman degerlendirilmeli. Bir kere kiradan kurtulamadiysaniz, kesinlikle ev almaya calismak geleceginiz ve aile mutlulugunuz icin cok muhim.

· Yabanci pazarlar, yine tabii ki Cin, Brezilya, bazi Avrupa hisse senetlerinin agirligini yukseltebilirsiniz. Cunku bu pazarlardaki buyume daha hizli ve guclu olacak. Amerika’nin sikintilari cozmesi zaman alacak.

· Mesela, artan maliyetleri musterilerine yansitabilen, yani urunlerine veya hizmetlerine olan talebin fiyat esnekligi az olan firmalarin hisselerine yatirim yapmak iyi bir tercih olur.

· Paranizi faizler yukselene kadar da gecelik faizde bekletebilirsiniz, faizler yukselince yatiriminizi yaparsiniz. Bu da bir yatirim seklidir.

· Uzun donemli devlet tahvillerinden cikarak, kisa donemli tahvillere yonelebilirsiniz.

Her ne kadar yukarıdaki tavsiyelerin çoğunluğu Amerika için geçerli olsa da, bir gün Türkiye’de de yatırım alternatifleri çoğalacak. O zamana kadar ise elimizdeki enstrümanlar ile yetinmek zorunda kalacağız. Read More!

Abdurrahim Vural Gerçeğinin Perde Arkası Nedir?

Bugün Prof. Dr. Abdurrahim Vural Avrupa Insan Hakları Mahkemesince sonunda serbest bırakıldı şeklinde bir duyuru ile karşılaştım. Perde arkasinda ne var diye meraklandım ve google da arayarak su sayfayi  buldum. Abdurrahim Vural Samsunluymuş (içinden mi acaba:)), Almanya’da yaptığı çalışmalar ile hakkından söz ettiriyormuş, muz cumhuriyeti olarak suçladığı Alman hükümeti ile başı derde girmiş, 6500 euro maaş verdiği memuru kendisini ihbar etmiş. Ihbarda da hesabına 1 milyon 800 bin avroyu aktardığı söylenmiş. Ihbar doğrulanmamış olsaydı herhalde içeri atmazlardı??

Abdurrahim Vural’ı akrabası ve köylüsü, kendisinin üniversiteye aldırttığı ve yetiştirip burs verdiği birisi ihbar etmiş. Dünyada ne kadar çok nankör insan var değil mi? Tutuklanmış ve 50 bin avro kefaletle serbest bırakılmasını teklif etmiş, hakim kabul etmemiş. Hakkında 100 dava açılmış, açanlar tam yuvarlak bir rakamda dava açmışlar, 101 dava olursa ekstra dava ücreti ödeniyordu Almanya’da herhalde. Ya da mahkemeler 1 dava açana 99 dava açmak bedava şeklinde bir promosyon yaptıkları için 100 dava açılmış olmalıydı. Hakimler avukatına suçunu itiraf ederse 3 yıl 6 ay hapis cezası alacağını, itiraf etmezse ve suçlu bulunursa 15 sene hapis cezası alabileceğini söylemişler.

Abdürrahim Vural da avukatına “suçlu değilim ama bu cehennemden çıkmak için suçluyum diyeceğim, gerekirse seri katilim diyeceğim” demiş. Avukat da “Kendini yakma Abdur!” demiş buna. Aynen 1970’lerdeki Yeşilçam filmleri gibi, çok duygulandım bir anda. Sonra birşeyler daha olmuş ve hakimler tekrar dışarı çıkmasına izin vermemişler. Suçunu itiraf edince Almanya’da suçluları serbest bırakıyor olmalılar diye düşündüm. Neyse, bunlar kefalet olarak 100 bin avro teklif etmişler, ona da hakimler olmaz demiş. Sonra teklifi 4 milyon avroya yükseltmişler, ona da hayır cevabı gelmiş. En son 50 MILYON AVROya yükseltmelerine rağmen yine hayır cevabını almışlar. Ulan keşke bizim özelleştirme ihalelerini de bu hakimler yönetse, 300 milyona satacağımız şirketi adamlar $300 milyara satardı bu pazarlık yeteneğiyle!!!

Sonra hakim bunu üçte iki ile tehdit etmiş. Ne demekse artık bu? Neyse, mahkeme bunu mahkum etmiş ve Abdurrahim Vural da Insan Hakları Mahkemesi itiraz etmiş. Avrupa Insan Hakları Mahkemesi de daha onceki kararı usul yönünden bozmuş ve tekrar yargılanma kararı vermiş. Muhtemelen adamı da neredeyse 3 yıl yattığı için serbest bırakmışlar ama benim anladığım kadarıyla ortada bir AKLANMA söz konusu değil. Tabii Google reklamlarına inanırsanız, tüm suçlardan aklandı, serbest bırakıldı, tamamen haklı bulundu şeklinde bir sürü iddia ile karşılaşabilirsiniz.

Benim aklıma takılan bir sürü soru işareti var. Bir insan neden onca para harcayıp Google’a böyle yanlı ve gerçeklerden uzak bir reklam verir. Yaptığı röportajda kendisi “şimdi her şey baştan ele alınacak” diyerek ortada bir aklanma olmadığını söylüyor. Yazının çoğunu da okumadım, atlaya atlaya geçtim. Belki tamamını okuyan ve olayın detaylarına da sahip bir kişi bize işin aslını anlatır. Read More!

Moğol Halkına Hakaret ve Türklerin Moğol Istilası

Jale Özgentürk’ün ve Meliha Okur’un yazdığı ağır yazılar Moğol halkı tarafından haklı olarak hakaret olarak algılanmış. Öte taraftan bu iki “saf” bayan Türk yazarının yazılarını okuyan fırsatçı Türk gençleri ise Türklerin Moğol istilası adını verebileceğim bir hareket içerisine girerek facebook gibi sitelerde tanımadıkları Moğol kızlarını arkadaş olarak ekleme, mesaj gönderme gibi taciz olarak kabul edebileceğimiz davranışlar içerisine girmişler. Köpek yellense milli duyguları kabaran, Fransızından Danimarkalısına kadar beş para etmez adamların söyledikleri sözlerden etkilenen Türklerin, benzer bir davranışı sergileyen iki Türk yazarını damdan düşenin halinden damdan düşen anlar diyerek protesto etmeleri gerekirken Moğol kadınlarına “kolay” kadın muamelesi yapması, Rus Nataşalar seviyesine indirmesi anlaşılır gibi değil. Bu arada Rus Nataşa’dan kastımız adı Nataşa olan Ruslar değil, Rusya’dan Türkiye’ye gelip telekızlık yapan ve Türkler tarafından “Nataşa” olarak adlandırılan Rus kızlarıdır.

Moğollar bizim analarımız ve bacılarımız (ve Tansu Ciller) için benzer bir ifadeyi kullanmış olsaydı nasıl hissederdik diye düşünelim ve ona göre hareket edelim. Türkiye’de de okuyan bir grup Moğol öğrenci varmış ve Jale Özgentürk’ün ve Meliha Okur’un yazdığı yazılardan bayağı bir rencide olmuşlar. Meliha Okur’a bir mektup yazıp bir özür beklediklerini belirtmişler. Meliha Okur da şu cevabı yazmış:

Sayın mesaj sahibi
Konuyla bizzat ilgilenen kişi çok yakından tanıdığım kişi.
Bir yıldır konu üzerinde çalışıyor.
Moğolistan'ın nüfusu belli….
Moğolistan'daki kadın nüfusu da belli.
Tarih belli, yazmayacağım, Moğolistan'dan üç kişilik bir ekip geliyor.
Detaylar netleşecek.
Moğolistan'da erkek nüfusu çok az.
Doğurganlık oranı düşük.
Dolayısıyla 20 bin türk erkeği işçi, tarım işçisi veya farklı kanallarla bu ülkeye gidecek. x
Siz neye kafayı taktınıt. anlamadım gitti.
Yakında Moğolistan'a gideceğim.
Bilginize…

 Moğolistan’ın nüfusu belli imiş, kadın nüfusu da belli imiş, yani Meliha Okur hala onca mesajdan ve yazıdan sonra Moğolistan’da 400 bin erkeğe karşılık 2400 bin kadın olduğunu iddia ediyor. Yuh artık, başka bir şey desem de fayda etmez bu bayan yazarımıza.

Türkiye’de ekonomi yazarlarımızın seviyesi ve ekonomi zekası ortada. Nice profesör ünvanına sahip kelli felli yazarlarımızın yazdığı akla mantığa sığmaz yazıları da burada geçmişte gündeme getirdik. Gelecek ay piyasaya çıkacak olan “Ekonomide Hurafeler ve Gerçekler” isimli kitap da ayrıca bir çok ekonomi yazarının yediği naneleri değişik bir kanaldan bir kez daha halkımıza sunacağız. Türkiye’de yazılarına güvenilecek köşe yazarı sayısı gerçekten az, Meliha Okur ve Jale Özgentürk tesadüf değil, bu kronik bir problem. Vatandaşın büyük çoğunluğu da iyi yazarla kötüsünü birbirinden ayırdedecek birikime de sahip değil. Meliha Okur’un dediği gibi toplum belli, yazar kalitesi belli, ne desek boş.

Not: Soylemeyi unuttum. Turkiye'deki Mogol ogrenciler Jale Ozgenturk'u Kiniyoruz baslikli bir feysbuk grubu baslatmislar, ziyaret edip destekleyin. Read More!

Finansal Aktivist- David Einhorn

Ekonomiturk blogunda daha oncede bahsettigimiz hedge fon yöneticisi, finansal aktivist David Einhorn yine yatirimcilarin dikkat ile takip etmesi gereken adimlar atiyor. Kendisi bizim icin onemli bir uzman, cunku kendisinin kurdugu ve yonettigi Greenlight Capital Fonu, fonun son donem raporlarina gore, baslangic yili olan 1996’dan beri kumulatif olarak 1,397%, yillik olarak da 22% getiri elde ettiler. Ustelik bu performansi butun aidatlar ve giderler dusuldukten sonra sagladi. Bu David’in yonetimindeki uc ayri fonun birlestirilmis performanslari. Ayni donem benim hesaplamalarima gore S&P, gosterge endeksimiz, ise senelik yaklasik 9.20% (temettu dahil) bilesik yillik getiri elde etmis!! Simdi denilebilir ki, adam riskli yatirim araclarina yatirim yapiyor, dogal olarak getirisi de ayni oranda yuksek olabilir. Kendisinin elinde tuttugu portfoy, S&P 500’dan daha az riskli, “hedging”i de bu nedenle yapmiyor mu? Yani hem daha az riskli bir yatirim portfoyu tutup, hem benchmark endeksini “yenebilmek” bir basaridir.

David Einhorn, Greenlight yatirim fonunun kurucusu ve baskani, iyi bir poker oyuncusu, hatta o kadar iyi bir poker oyuncusu ki bir oyunda kazandigi $650,730 dolari Parkinson hastalari icin kurulan unlu bir dernege bagisladi. Kendisi basarili bir fon yoneticisi ve ayni zamanda bir activist. Soyle ki 2002 yilinda, David bir aciklama yaparak Allied Capital’in, orta buyuklukte bir finans kurumu, uc kagitcilik yaparak Amerika’daki bir hukumet ajansi olan kucuk –orta boy isletmeler yonetimini, SBA, aldattigini ve en dolayisi ile de vergi veren halki aldattigini soyledi. Tabii sirkette onu manipulasyon yapmak ile sucladi. SEC, Amerikan Sermaye Piyasasi kurulu, devreye girdi. Konu hala tam olarak netlik kazanamadi. Editor’un bahsetmis oldugu Fooling Some of the People All the Time, bu konu ile alakali. Lehman Borthers batmadan aylar oncede, sirketin kagitlarindaki CDO’lar gibi radyoaktif elementlerin, toksik kagitlarin zararlarinin dogru durust yazilmadigini soylemisti. Ve sirketin hisselerini elinden cikarmisti. Yani ilginc bir kisilik.

Greenlight Capital’ın bu ay yatırımcılarına gönderdiği ve faaliyetlerinin özetini içeren mektubu ele geçirdik.  Greenlight’in su an icin portfoyunde tuttugu yatirimlari ve ayrica 2009’un son ceyreginde fonun portfoyunde yaptigi degisikleri sunlar: GreenLight’in hali hazirda acikladigi ve long posizyonda tuttugu yatirimlar, Arkema, Boston Scientific, CIT Group, Ford Motor Company debt, Gold, ve Vodafone. Ozellikle 2009’un son ceyreginde Boston Scientific(BSX), medical gerec ureticisi, Delta Lloyd(DL), Hollanda merkezli genel ve saglik sigortasi saglayicisi ve bankacilik alaninda, ve son olarak Turk halkinin da yakinda tanidigi Vodafone Group(VOD), dunya capinda yatirimlari olan kablosuz iletisim operatoru, gibi sirketlerin agirligini arttirarak, bu sirketlerin fiyatinin yukselecegi yonendeki inancini gostermis oldu.

Editörümüzün tavsiyesi üzerine biz Einhorn’un sözlerini hisse tavsiyesi olarak alıp iki şirketten bahsedeceğiz. Einhorn Vodafone şirketinin Verizon Wireless’ın %45’ine sahip olduğunu ama Verizon Wireless’ın kazançlarının kendine düşen payını muhasebeleştirmediğini, o yüzden de analistlerin Verizon Wireless’ı göz ardı ettiğini belirtiyor. 2010’un ortasında Verizon Wireless’ın hissedarlarına temettü dağıtmaya başlayacağını beklediğini söyleyen Einhorn, o zaman Vodafone’un da %50’e varan bir prim yapabileceğini belirtiyor. Vodafone hem Londra’da hem de New York’ta işlem görüyor. Einhorn 138 pence fiyat ödeyerek VOD almış, Editörümüz de Cuma günü 135 pence civarına karşılık gelen bir fiyattan almış. Hisseler Cuma günü New York’ta $21.55’den kapandı. Elinizi çabuk tutarsanız Einhorn’dan daha ucuz fiyata bu hisseyi alabilirsiniz.

Einhorn ikinci olarak da Hollandalı Delta Lloyd (DL) isimli sigorta şirketini önermiş, Hollandalı okuyucularımız veya Hollanda’da işlem yapabilen kişiler Einhorn’un bu şirket hakkındaki yorumlarını okusunlar.

Peki Greenlight bazi long pozisyonlar aldigina gore, bazi pozisyonlarda da short’a cikmis olmasi lazim. Son ceyrek boyunca, “dog” diye tabir edilen, hem yasli endustrilerde olan hemde pazar payi ufak olan, sirketlere olan yatirimini azaltti. Bu sirketler sunlar: Criteria Caixa, Echostar Holding Corp, Nokia OYJ, Nyrstar , IHOP Framchising ve International Bancshares Corp.

Peki madem bu David Einhorn bu kadar akilli, o zaman onun atmis oldugu adimlari izlemek bizim icin de faydali olabilir. 2010 yilina iliskin fonun yatirim stratejisi su yonde: fon oncelikle muhafazakar durusta olacak, cunku cizilen butun pembe tablolarin sanildigindan biraz daha karamsar olacagini dusunuyorlar. Her ne olursa olsun, fonun portfoyu daha sabit ve ekonomideki dalgalanmalardan az etkilenecek sirketlerde yonelecek. Demin de belirttigimiz gibi, ekonomik calkantilardan ciddi olarak etkilenen sirketlere agirliklarinida dusurup, ya da tamamini ile elden cikaracaklar.

Ayrica fon iyi getiri elde ettigi borc enstrumanlarindan yavas yavas cikip, hisse senetlerine yonelecekler. Bu karar da yoksa FED’in faizleri artik yavas yavas yukseltecegine karsi olan inanclari mi etkili yoksa bu kağıtların getirilerinin önümüzdeki dönemde düşeceğini mi düşünüyorlar? Birde altin’a yonelik bir çok yatırım yapmışlar. Acaba onumuzdeki donemde enflasyonist bir bekleyis mi var? Yoksa bazi ulkelerin (baş harfi Japonya ve Amerika) borclarini odemede sikinti yasayip, ortaligi bulandiracaklarini mi dusuyorlar? Bu konudaki görüşlerini öğrenmeniz için geçen sene gönderdikleri mektupları bulup okumanız gerekecek, ya da zamanla biz size aktaracağız.
Read More!

Kamil Koç – Metro, Şehirler Arası Otobüs Biletleri Fiyatları

Kamil Koç şirketi Ocak ayında nereye giderseniz gidin her araçta 4-5 tane koltuğun bilet fiyatlarını 10 TL olarak belirlemiş. Metro Turizm ise Istanbul-Ankara arasını 30 TL’den 23 TL’ye, Istanbul-Bursa arasındaki biletlerin fiyatlarını ise 10 TL’ye düşürmüş. Ulaştırma Bakanlığı da rekabet nedeniyle düşen şehirler arası otobüs bilet fiyatlarının haksız rekabet yarattığını belirterek olaya müdahale etmiş.

Öncelikle kime haksızlık yapıldığını bir belirleyelim. Ulaştırma bakanlığı rekabet nedeniyle maliyetinin altında ücretlere yolcu taşımak zorunda kalan şirketlerin haksızlığa uğradığını düşünüyor. Bize sorarsanız bu işten zararlı çıkan bir diğer grup da uçak şirketleridir. Rekabetten kim karlı çıkmaktadır peki? Birincisi rekabeti başlatarak piyasanın sallanmasını sağlayan şirket zayıf rakipler elendikten sonra karlı çıkacaktır. Ikincisi ise tüketiciler rekabet süresince üç kuruşluk ücretlere seyahat edecekleri için karlı çıkacaklardır. Peki rekabet bittiği zaman tüketiciler karlı mı çıkacak yoksa zararlı mı? Ulaştırma bakanlığı tüketicilerin zararlı çıkacağını düşünüyor olmalı ki rekabete izin vermiyor. Biz ne düşündüğümüzü söyleyelim.

Ekonomide bu konuyla ilgilenen bilim dalına mikro iktisat denir. Piyasalarda rekabet olup olmamasına bakarak piyasaların tekel, oligopoli, ve rekabetçi piyasalar şeklinde kategorilere ayırır. Ekonomi teorisi rekabetçi piyasalara devlet müdahalesinin toplamda toplum için yararlı bir sonuç doğurmayacağını çok uzun zamandır ispatlamıştı. Bir piyasaya alternatif ürünler varsa, ve piyasaya giriş çıkışta bir engel yoksa biz bu piyasalara rekabetçi piyasalar diyoruz. Şehirler arası otobüs taşımacılığı bildiğimiz kadarıyla hiç bir şirketin tekeli altında değil; isteyen herhangi bir şirket istediği şehirler arasında taşımacılık yapmaya başlayabilir. Piyasada 80 bin değişik otobüs firmasının olması da bu durumu doğruluyor. Ayrıca otobüs taşımacılığına alternatif olarak da tren veya uçak taşımacılığı da var ama hiç oralara girmeye bile gerek yok. Yani bu piyasalanın rekabetçi olduğu gayet açık. Bu demektir ki, devletin müdahalesi durumu tüketicilerin lehine iyileştirmeyecek, bazı otobüs firmalarının işine gelirken bazılarını ise üzecek.

Tüketicilerin neden zarar görmeyeceğini açıklayalım. Piyasada fiyat rekabetinin olması kapasite fazlalığına işaret ediyor. Yani piyasada olmaması gereken fazladan bir kaç şirket kalabalık yapıyor ve diğer firmaların yolcularının bir kısmını çalarak yolcu başına maliyetlerinin yükselmesine neden oluyor. Bu durumda da bu şirketler fiyatlarını yükseltmek durumunda kalıyorlar. Ancak bu o kadar kolay değil çünkü bu sefer de havayolu şirketleriyle rekabet etmeleri mümkün olmuyor. O yüzden de bu şirketler maliyetlerini düşürmek için zayıf şirketleri piyasanın dışına iterek onların yolcularını alıp maliyetlerini düşürüp karlılıklarını normal seviyelere çekmeye çalışıyorlar. Diyelim ki tek bir şirket bütün firmaları rekabet neticesinde piyasanın dışına itmeyi başardı. Bu şirket taşımacılık yaparken piyasadaki fiyatları tekel gibi belirleyebilir mi? Cevap hayır. Çünkü bu piyasaya yeniden girmek o kadar zor değil, ne otobüs kıtlığı var, ne de otobüs şoförü kıtlığı. (Hey, Moğolistan’da erkek kıtlığı varmış ama!!) Piyasadaki fiyatlar yeni şirketler için gerçekten cazip seviyelerdeyse yeni şirketler piyasaya girerek tekrar fiyatları aşağıya çekecektir.

Ulaştırma bakanlığı ise müdahale ederek zayıf şirketlerin elenmesinin önünü kapamış oluyor. Belki de istihdamı arttırıyoruz diye seviniyorlardır. Maliyeti ise tüketicilerin sırtına biniyor, bu maliyeti ödemek istemeyen bir kısım yolcu da diğer ulaşım araçlarına yöneliyor. Bir ekonomist olarak şunu kendimden emin olarak söyleyebilirim ki ülkeler zayıf şirketleri koruyarak, rekabeti azaltarak, tüketicileri ezerek çok daha yavaş hızlarda büyümelerini garanti altına alırlar. Yoksulluktan daha geç kurtulmak istiyorsak vergileri arttırıp bu paralarla devlet memurlarının istihdamını arttıralım, rekabeti azaltalım, piyasalara müdahale ederek fiyatları çarpıtalım.

Devlet müdahalesinin işleri iyileştirdiği durumlar yok değildir ama bunların sayısı gerçekten çok azdır. Rekabeti piyasalarda devlet müdahalesi kesin olarak söylüyorum, zararlıdır. Tekel veya oligopol piyasalarda devlet müdahalesi kanser hastalarının aldığı kemoterapi ilaçları gibidir; kanseri yenmenize yardımcı olabilir ama bir sürü yan etkisi vardır, aldığınıza alacağınıza pişman olursunuz; bir çok durumda da kanseri yenemezsiniz ve ölürsünüz, ilaçlar yüzünden çektiğiniz acı da yanınıza kar kalır. Türkiye’de ise en ufak bir problemde herkesin refleksi devlet müdahalesidir. Gelişmiş ülkeleri yakalamak istiyorsak bu hastalığı tedavi etmemiz lazım, devleti küçültmemiz, harcamaları kısmamız, vergileri azaltmamız lazım. Bu da başka zamanın konusu.

Ama yazı uzun gelip paragrafları atladıysanız ana fikrini söyleyeyim. Ulaştırma Bakanlığı otobüs piyasalarına müdahale ederek yanlış yapmıştır, devlet tüketicileri bir kez daha zarara uğratmıştır. Bir sürü tüketici ise piyasada çok fazla şirket olmasının, otobüs başına düşen yolcu sayısının maliyetleri yükselttiğinin ve kendilerine zarar verdiğinin farkında değildir. Türkiye burası, kimse tüketicileri ekonomiden anlamakla suçlayamaz. Read More!

Bernanke’nin ikinci Dönemine karşı Direniş

Bernanke’nin 31 Ocak’ta sona erecek olan gorev suresi, ikinci döneme geçemeyebilir. Obama yonetimi FED başkanı Bernanke’nin tekrar secilmesini saglamaya calisirken, bu konuda Cumhuriyetciler ve Demokratlar arasindaki popülist yaklaşımlar da belirginlik kazanmaya basladi.

Ben Bernanke, Amerikan hukumetinin uygulamaya koydugu kurtarma paketinin baş mimarı ve ayni zamanda krizin olusumuna ön ayak olan politikalardan da sorumlu olarak görülürken, kendisinin yeniden secilmesini saglayacak desteği de zayiflatti. Demokrat Parti icinde kendisini destekleyenler de, bu noktadan itibaren Bernanke’nin tekrar secimini konusunda karsit gorus bildiriyorlar.

Amerikan Kongresindeki yaygin soylentiye gore, sayilari gittikce artan sayidaki senatorlar Bernanke’nin secimini veto ederek, kendi secim bolgelerindeki secmenlerin kurtarma paketi uzerinde duyduklari tepkileri anladiklarini gostermek istiyorlar. Butun bu soylentilerin akabinde, Dow Jones endeksi Cuma gununu, uc gunluk cokusunu surdurerek, yatirimcilar icin yuzde 5(beş) deger yitirerek kapatti. Ayrica Dow haftayi gecen yilin Kasim ayindan beri gordugu en dusuk degerden kapatti, 10,172.98.

Gun sonunda, Kongre’deki cogunluk lideri olan Nevada Senatörü Harry Reid yayinladigi aciklamada, gerek kendi partisi olan Demokratlarin icinde gerekse bazi Cumhuriyetcilerin de destigini alarak, Bernanke’nin yeniden secilmesi icin gerekli 60 oyun toplanarak olusan kordugumun acilabilecegini belirtti. Butun bunlarin yaninda, Reid Bernanke’den orta-sinif Amerikalilarin krizden çıkışını hızlandiracak kredi akışının hızlandırılmasını isteyerek ona olan desteginin de şartlarını kamuoyuna gosterdi.

Daha once Baskan’in atadigi hic bir Fed Baskani Kongre’den veto yemedi, teamullerin cok guclu oldugu Amerikan Siyasetinde bunun dikkate alinacagini dusunuyoruz.

Cumhuriyetci başkan G.W Bush tarafından 2005 yilinda önerilen ve Cumhuriyetci olarak bilinen Ben Bernanke’nin seçilememesi Fed’de Obama tarafindan Demokrat kökenli bir başkanın gelmesi ile sonuçlanabilir ki bu Cumhuriyetciler acisindan yine kötü bir tercih olacak. Demokratlarin ülkenin en solcu eyaletlerinin başında gelen ve 50 yıldır solcu senatör seçilen Massachusetts’deki kritik Senato secimini Cumhuriyetcilere kaybetmesinden sonra, Baskan Obama’nın acikca destekledigi ve guvendigi Bernanke’nin secilmemesini politik acidan kendisi ve partisi icin kabul edilemeyecek bir durum olusturabilir.

Demokrat partililerin gectigimiz hafta yasadigi secim yenilgisi, halkin Wall Street’e ve buyuk bankalara karsi olusturulan kurtarma paketine duydugu ofkeyi gormeleri ve hissetmeleri acisindan bir erken uyari oldu. Bu nedenle hem onlar, hem de bazi Cumhuriyetciler kendi secmenlerine mesaj yollamak amaciyla Bernanke’nin ikinci donem secilmesine karsi cephe olustuyorlar.

Bizim kendi gorusumuz, butun tepkilere ragmen Bernanke’nin arkasinda Senator Dodd, Senato Bankacilik komitesi baskani, ve etki gucu yuksek olan Cumhuriyetci senatorler Judd Gregg, Lamar Alexander’in destegi var. Zaten biraz once de belirtigimiz gibi Bernanke Cumhuriyetciler tarafindan atanan birisi, ayrica Baskan Obama’nin da kendisine olan guveni tam. Son olarak Wall Street de Bernanke’yi destekliyor. Sonucta kurtarma paketleri, Bernanke’nin akademik kisiligi piyasalar tarafindan sevilmesi icin yeterli sebebler. Ayrıca Amerikan Anayasa Mahkemesinin sirketlerin politikacilarin secim kampanyalarini destekleme hakkini korumasi yonundeki son karari da not edilmeli. Cunku Wall Street’in secim kampanyalarina yaptigi yardimlar, politikacilari Bernanke’yi bir kez daha dusunmeleri konusunda zorlayacaktir.
Read More!