Sıkça izlediğim ve çoğunlukla beğenerek okuduğum
Olan Biten blogunda
Murat Karun zaman zaman kendisi ile röportaj yaparak sıra dışı sorulara sıra dışı yanıtlar veriyor. Tarzı biraz sertleşse, zaman zaman Engin Ardıç'ı aşan ağzı-bozukluğu yansıtsa da Sayın Karun'un yazılarını eğlenceli ve kayda değer buluyorum. Bu yazımda Sayın Karun'un müsamahasına sığınarak biraz taklitle kendimle röportaj yapacağım.
Efendim, ekonomiye girmeden önce basınla ilgili soracağım. Türk basınını sık sık eleştiriyorsunuz. Basınla alıp veremediğiniz nedir?
Basınla benim alıp veremediğim bir şey yok. Aksine alıp vermek basının genel bir sorunu. Bizdeki basın alıyor ama veremiyor. Bir şey alıp bir şeyler vermek bir mekanizma, bir sentez, bir sindirim ile mümkün olabilir. Bu sindirimi beyninizde yaparsanız, ben buna analiz diyorum, birbiri ile karşıt da olsa elle tutulur fikirler ortaya çıkar. Yok bu sindirimi midenizde ve bağırsaklarınızda yaparsanız ortaya bok çıkar, etrafı da kokutur. Türk basınının da böyle bir sindirim sorunu vardır. Ortalamalar üzerinden gidersek, bizdeki basında dengeler ve değerler cehalet üzerine kurulu olduğu için bu sindirim sorunu giderilemiyor. Basında bu cehalet bazen bilip öğrenmek zor geldiği için umursamama şeklinde bazen de bilmediğinin farkında olmama şeklinde baş gösteriyor. Dolayısı ile ortaya üç buçuk tabloit gazetenin dışında bir şey çıkmıyor. Bu gazetelerde de çoğunlukla ahbap-çavuş ilişkisi ile yerini sağlama almış bir avuç "hokkabaz" köşe kapmaca oynuyor. Komedi-trajedi arası oyunda "kendin çal kendin oyna tarzı kendisi uydurup kendisi inanmak, ve kendisini dev aynasında görerek sahip olduğundan daha fazla gücü olduğuna inanmak atbaşı gidiyor. Sindirim böyle olunca okuma yazma oranı yüzde 90'ın üzerinde 70 milyonu aşkın nüfusa sahip bir ülkede en fazla satan gazete 500 bin civarına takılıp kalıyor. Sağcısı solcusu bütün gazetelerin toplam günlük satışı 2 milyonu bile geçmiyor. Zaten halkın gazeteleri pek salladığı da yok.
Biraz sert ve sivri bir giriş oldu. Ama basının içinde bulunduğu durumdan çıkışı yok mudur?
Sorun salt basının sorunu değildir. Analiz fakiri bir toplumdan analitik bir basının ortaya çıkmasını bekleyemezsiniz. Bu toplumda hemen hemen herkes kendisinin bir şeyler yazabilecek seviyede olduğunu, çok parlak fikirleri olduğunu düşünüyor. Ama okumuyor. O-ku-mu-yor. Neredeyse yazar sayısı okur sayısından daha çok. Burada okumaktan bahsederken kitap okumaktan bahsediyorum. Yetki elimde olsa, her ne kadar totaliter sistemlere karşı olsam da, düzenli olarak kitap okumayanların gazete ve dergi okumasını yasaklardım. İkinci olarak analiz yeteneği doğrudan doğruya matematik eğitimi ile alakalıdır. Üniversite sınav sonuçlarına bakın, matematik testi ortalamalarının yerlerde süründüğünü göreceksiniz. Matematik bu toplumda çoğunlukla aritmetikle karıştırılır. Oysa matematik, varsayım, teori, hipotez ve ispatlar üzerine kurulmuş bir sistemdir. Türk toplumu matematikten uzak olduğu için de popülist söylemler, içi boş argümanlar bol bol müşteri bulur. Popülizm hakkında yığınla literatür var. İyi incelenirse Türkiye’de ki sorunun temelleri daha iyi anlaşılabilir. Halk popülizme yatkın olunca bu ülkenin politikacısı da basını da popülist olur. Erkan Mumcu geçenlerde ne güzel özetledi: “Milliyetçilik iyi satıyor, biz de duruşumuzu ona göre belirliyoruz” (SKYTürk TV)
Tutumluluk Nedir Nükleer Enerjinin Zararları Nükleer Kirlilik Nükleer Nedir Fraktallar
Peki burada Türkiye’nin kendine özgü sorunları, kendine özgü şartları yok mudur?
Hayır yoktur. Bakınız, ortada var olan sorunları kendimize özgü şeklinde tanımladığınız zaman, daha önce bu sorunlara karşı bulunan çözümleri bir kalemde reddediyorsunuz demektir. Türkiye’de yaşanan bütün sorunları daha önce başka toplumlar yaşadılar. Ve bunların çözümleri de atla deve değil. Ama siz Türkiye’nin kendine özgü durumu var, sorunları kendine hastır, başka toplumlarla karşılaştırılamaz derseniz, çözümlere de o kadar uzak durursunuz. Basın da bu olayın bir parçası.
Peki basının hiç mi iyi tarafı yok?
Var.
Nedir?
Birincisi, her gün 10’a yakın gazete alıyorum. Hepsini okumak 20 dakikamı alıyor. Müthiş bir zaman tasarrufu. Amerika’da, İngiltere’de veya Fransa’da böyle bir lükse sahip olamazsınız.
İkincisi?
İkincisi, spor basınını diğer bölümlerden daha başarılı buluyorum. Hiç olmazsa maç sonuçlarını doğru yazıyorlar.
Ekonomiye girelim. Türk ekonomisinin en önemli sorunu nedir?
Enflasyon.
Niçin?
Enflasyon bir virüstür. Enflasyonun olduğu bir ortamda ne yatırım yapabilirsiniz, ne işsizliğe çare bulabilirsiniz. Ne de gelir dağılımını düzeltebilir, ya da toplumsal refahı sağlayabilirsiniz.
Toplumsal refah dediniz. Siz komünist misiniz?
Hayır, değilim.
Peki enflasyon düşürülürse toplumsal refah sağlanabilecek mi?
Enflasyonun düşmesi toplumsal refahı sağlar demedim. Enflasyonun düşmesi toplumsal refahı sağlayabilecek, gelir dağılımını düzeltebilecek, işsizliği düşürebilecek politikaların uygulanmasına zemin hazırlar. Yani önce enflasyonu düşüreceğiz ki, sonra diğer sorunlarla uğraşabilelim.
Enflasyonun olduğu bir ortamda bunlar mümkün değildir.
Niçin?
Çünkü enflasyon, özellikle de kronik yüksek enflasyon, toplumdaki bireylerin ve grupların birbirini becerme yarışının göstergesidir. Birbirini becermeye çalışan bir toplumda refah sağlanamaz. Enflasyonun yarattığı belirsizlik ve dalgalanmalar toplumda haksız gelir transferlerine yol açar. Bu bağlamda yüksek faiz, döviz kurlarındaki zıplamalar gibi bir çok öne çıkan sorun enflasyonun yarattığı kaotik ortamdan dolayı ortaya çıkmaktadır. Enflasyonun düşürülmesi ve düşük olarak stabilize olması, ekonomik aktörlerin önünü görmesini sağlar, ekonomiyi her türlü dalgalanmaya karşı korur. Enflasyonun olduğu bir ortamda böyle bir durumdan bahsedilemez. Enflasyon ekonominin (
ekonomi nedir?) hastalığıdır, hasta bir ekonomiden umutlu bir gelecek beklenemez.
Peki Türkiye’de enflasyon düşmedi mi?
Düştü ama yetmez. Hala enflasyonun en yüksek olduğu ekonomilerden biriyiz. Bunu daha aşağılara, yüzde 2 civarına çekmemiz gerek. Yoksa diğer sorunları çözemeyiz.
Neden yüzde 2?
Basite indirgeyerek fazla teknik olmayan bir cevap vereyim. Literatürde fiyat endekslerinin enflasyonu olduğundan biraz yüksek ölçtüğüne dair genel bir kanaat vardır. Dolayısı ile yüzde 2 seviyesindeki bir enflasyon yüzde 0’lık bir enflasyona göre daha çok tercih edilir. Şimdi hatırlayabildiğim, mesela Kanada enflasyon hedefini yüzde 0 olarak belirledi. Ama bu başka türlü sorunlara yol açtı. Çünkü enflasyon nasıl bir hastalıksa deflasyon (
deflasyon nedir?) da bir hastalıktır. Onun da ölümcül zararları vardır.
Türkiye’de enflasyonun düşmesinden kim kazançlı çıktı?
Genel olarak tüm tüketiciler, yani 70 milyon. Özel olarak sabit gelirliler, yani TL üzerinden ücret/maaş alan sabit gelirliler.
Zararlı çıkan?
Ürettiği mal/hizmetin fiyatını belirleme gücü olanlar. Bununla perde arkasındaki karanlık tipleri tarif etmiyorum. Sokaktaki seyyar satıcıdan tutun da, maaş pazarlığı gücü olan sendikalı işçiler, patronlar, ticaret erbabı, esnaf, ve tabi ki devlet.
Devlet mi? Nasıl yani?
Evet, devlet. Devlet derken, öncelikle işbaşına gelmiş hükümetler. Bu hükümetler yüksek enflasyon sayesinde sağladıkları (inflation tax) görünmez gelir transferi yöntemi ile sempatizanlarına rüşvet dağıtarak oy tabanı sağladılar, işbaşına geldiler ya da işbaşında kaldılar ve karınlarını doyurdular. Bürokrasi de dolaylı olarak bu durumdan fayda sağladı. Burada en başta söylediğimiz popülizme yatkın bir halk olması önemli bir faktördü. Yolsuzlukları ima etmiyorum, yolsuzlukların da elbette payı var ama düşünüldüğünden daha marjinal.
Bugün enflasyonun düşmesinden zarar görenleri nasıl ayırt edebiliriz?
Etrafınıza bakın. Kim “azıcık enflasyondan zarar gelmez”, “enflasyonu düşürmek gerekli miydi” diyor, enflasyon sorununu örtme pahasına başka sorunları öne atıyorsa onlar bu sınıfa girer.
Başka sorunlar dediniz, isterseniz cari açığa dönelim.
Niye? Dönmezsek kıçımıza mı kaçacak?
Cari açık daha önemli bir problem değil mi?
Bugün çok sordun. Bunu da bir dahaki sefere sorarsın.
Read More!