Son yıllarda ekonomistlerin Çin ile ilgili kurduğu cümlelerde bir kelime daha sürekli yer aldı: “yükseliş“. Ülke ekonomi tarihinin en önemli sıçrayışlarından birini gösterdi ve GSYH sıralamasında dünyada ikinci sıraya yerleşti. Nitekim IMF tahminlerine göre de Çin 2016 yılında ABD ekonomisini de geçerek dünyanın en büyüğü olacak. Bu yazıda da Çin’in ekonomik dönüşümünün tarihsel evrelerini, ülkeyi zirveye taşıyan modeli ve bundan sonra Çin ekonomisi için ciddi ölçekte tehdit yaratacak kırılganlıklardan bahsedeceğim.
Çin Halk Cumhuriyeti 1949 yılında devrimci lider Mao Zedong tarafından kuruldu ve o zamandan beri de Komünist Parti tarafından yönetiliyor. Mao’dan sonra ülkenin başına geçen Deng Xiaoping reformist bir bakış açısıyla bugünkü ekonomik büyümenin temellerini attı, bu temeller 2002 yılından beri ülkenin başında olan Hu Jintao‘nun politikalarıyla daha güçlendi ve bugünkü ekonomik büyüklüğe ulaşıldı. Ülkenin ekonomik vizyonu 5 yılda bir yapılan Ulusal Kongreler ile belirleniyor. Bu açından bizdeki Kalkınma Programlarına benzer süreç yönetimi mantığına sahipler fakat sonuçları kıyasladığımızda Çin’dekilerin daha başarılı olduğunu söylemeliyiz.
Diğer Doğu Asya ülkelerinde olduğu gibi Çin’in de amacı tarım ekonomisinden ihracata dayalı bir sisteme geçerek hızlı bir sanayileşme süreciyle ülke refahını yükseltmekti ve bu yolda diğer Doğu Asya ülkelerinin de sahip olduğu bir şansa sahipti. Bu şans da önlerinde Japonya gibi örnek alınabilecek bir model ülke bulunmasıydı. Japon ekonomi yönetiminin doğrularını benimseyip hatalarını tekrarlamamak en basit haliyle stratejinin temelini oluşturuyordu.
Bu amaçlarla yola çıkan Çin 1980′lerde ciddi bir enflasyon dalgasıyla karşılaştı, bunun için büyüme oranını %4′lere kadar düşürmesi gerekti. Enflasyon oranını düşük seviyelerde stabil hale getirince programa devam edildi. Özellikle 1994 yılında %33 oranında yapılan devalüasyon ülkenin önemli bir ihracat avantajı elde etmesini sağladı. 1993 yılında %9 oranında büyüyen Çin ihracatı devalüasyonun yapıldığı yıl %29 yükseldi. Bununla birlikte Çin, dış finansmana yönelik teşvikleriyle 1993-2001 yılları arasında ülkeye ortala 36 milyar dolar sabit sermaye yatırımı (FDI) yapıldı ki bu alanda yıllardır lider olan ABD ile yarışmaya o zaman başlamıştı. Bu yatırımlarda Çin’in ucuz işgücü imkanlarına ve gelecekte büyük bir pazar potansiyeline sahip olmasının etkileri oldukça belirgindi. 1997′ye kadar ortalama %12 büyüyen Çin ekonomisi 1997′deki Asya Krizi ile birlikte %8′lik büyüme hızına geriledi.
2001 yılında ise benim Çin ekonomisi açısında dönüm noktası olarak kabul ettiğim bir olay gerçekleşti ve Çin, Dünya Ticaret Örgütü‘ne 143. üye olarak kabul edildi. Çin DTÖ’nün anlaşmasını imzalayarak ihracata dayalı büyüyen ekonomisi için önemli bir potansiyele sahip adım atarken dışa da daha açık hale geliyordu. Ayrıca yarısından fazlası kamunun elinde olan bankacılık sektörü de hem ihracatı hem de ithalatı destekleyecek kredileri kullandırıyordu. Bu krediler kullandırılırken bankaların çıkarları göz ardı edilmiyor ve bankaların da kar elde etmesi sağlanıyordu. Benzer bir finansman felsefesi 2001 öncesi Türkiye’de de mevcuttu fakat vizyonsuz politikalar yüzünden biz bankalara “görev zararı” yazdırıyorduk.
Dünyanın üretim merkezi haline gelen Çin, Güney Kore ve Tayvan gibi komşu ülkelerden ara malı, Almanya’dan teknoloji, Rusya, İran, Venezuella, Angola gibi ülkelerden petrol ve doğalgaz ithal ederek bir anlamda bu ülkeleri de ihya etmişti. Bu dönemde de emtia ve enerji fiyatlarında rekor yükselişlere şahit olmamız pek de sürpriz sayılmaz. Aynı zamanda ticaret hacmiyle doğru orantılı olarak artan bir ulaştırma maliyeti endeksi olan Baltık Navlun Endeksi de rekor üstüne rekor kırıyordu. Airbus‘ın enerji tasarrufu adına bu dönemde hep daha büyük uçak modelleri üretmiş olması da tesadüf değil elbette.
Küresel ekonomide yavaşlama sinyallerinin gelmesiyle birlikte gelişmiş ülkelerden Çin’deki ekonomi yönetimine kur politikalarına ilişkin eleştiriler de gelmeye başladı. Hepimizin kur savaşları olarak bildiği bu dönemde artık malum sebeplerden pek konuşulmuyor ama Çin’in küresel ihracat devliğini pekiştirdiği bir dönem oldu. Diğer gelişmekte olan ülkelerle birlikte ihracattan sağlanan fonlar Amerikan devlet tahvillerinde değerlendirildi, böylelikle ABD faiz oranlarına ve doların değerine de nüfuz edilmiş oldu. İki yıl öncesine kadar G20 zirvesi öncesinde Amerikan Dolarının rezerv para birimi niteliğini sorguladıktan sonra Doğusunda Uygur Türklerinin ayaklanmasıyla karşılaşan Çin, bu dönemde zayıflayan Batı karşısında ekonomik üstünlüğü politik üstünlüğe de yansıtmasını bildi. Örnek vermek gerekirse bugün Çin’deki insan hakları ihlallerinin Batı tarafından daha az işlenmesini gösterebiliriz ve bu yazıda daha önce de tekrarladığım üzere buda tesadüf değil.
Ekonomik açıdan bu kadar güçlenen Çin’in hala kırılganlıkları da yok değil. 1980′lerde enflasyonla mücadele edebilmek için büyüme trendini bozulduğu ülkeden bugün özellikle de Bank of China‘nın tam tersi bir tutum izlediğini görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde de enflasyonun yükselme eğilimine girmiş olmasına rağmen bir faiz ve zorunlu karşılık oranı indirimi yaşadık. Aslına bakarsanız, bu şu anda pekçok gelişmekte olan ülkede gözlenen bir durum ve
Enflasyon Çağı başlıklı yazımızda bu ülkelerin heterodokslaşan para politikalarıyla enflasyonu görmezden geldiklerinden bahsetmiştik. BoC parasal genişlemede aslında o denli de haksız değil zira ülke ekonomisinin büyüme dinamiklerinin arasında hep önemli bir şey eksikti: Tüketim. Çin’de tüketimdeki büyüme toplam ekonomik büyümenin hep gerisinde kaldı, bu açık da her seferinde tasarruf ve ihracat ile kapatıldı ki ihracat küresel resesyonun devam etmesi halinde düşecek . Ali Babacan‘ın tasarruf oranının %12′ye düşmesiyle bir tehdidin altını çizdiği Türkiye bu konuda Çin’i örnek almalı ama almaması gereken bir konu var. Zira o da parasal genişlemeyle paranın aktığı yer. Garip ama Çin de bu kez Türkiye’nin geçmişte yaptığı bir hatayı yapıyor. Küresel resesyondan etkilenmemek için yerel yönetimlere kamu bankaları yoluyla aktarılan fonlar gayrımenkul projelerinde değerlendiriliyor. Analistler ise bu projeler sonucunda gayrımenkul sektöründe bir balon oluştuğunda hemfikir. Buradan balonun patlaması, yerel yönetimlere kullandırılan kredilerin batması ve kamu bankaların bilançolarında çok ciddi “görev zararlar”ı yazması sonucuna ulaşmak ise yüksek bir zeka gerektirmiyor. Aynı zamanda yükselen enflasyon oranıyla da yaşamak zorunda kalacak bir milyardan fazla insanı barındıran Çin dünya liderliği hayalinden Arap Baharı’nın Uzak Doğu’ya uzanan ayağına ulaşabilir.
Mahfi Eğilmez Cnbc-e’de yaptığı konuşmalardan birinde şöyle demişti: “Çin kapitalizmi çok iyi oynuyor.” Kendisine şu aşamada kesinlikle katılmıyorum, zira gerçekten de gayrımenkul sektöründe şu anki fiyatları kapitalizmin pek de iyi oynanmadığını gösteriyor. Ne demek istemediğimi anlamayanlar yine Mahfi Eğilmez’in “Küresel Finans Krizi – Piyasa Sisteminin Eleştirisi” adlı kitabına göz atabilirler ki bu kitapta kapitalizme yönelik yapılan en büyük eleştiri fiyatlarda aşırı şişmelere sebep olmasıdır.
Çin otoriter siyasi yapısı ve henüz sahip olmadığı -bu gidişle de sahip olacak gibi gözükmediği- marka değeriyle hiçbir zaman dünyanın lider ekonomisi olamayacağını tahmin edenlerdenim ama sahip olduğu üretim gücüyle de küresel ekonominin önemli bir aktörü olduğu kanısındayım. Multipolarizmin daha yüksek sesle dillendirildiği bir dünyada da böyle olmalı nitekim. Ancak Çin ekonomisinde günden güne belirginleşen kriz emareleri, her ne kadar son 20 yılda eşine az rastlanır başarılara ulaşılmış olsa da, ABD ve Euro Bölgesi ardından küresel krizin üçüncü ayağının gelişmekte olan ülkelerde yaşanacağı yönündeki katastrofik eleştirileri haklı çıkarır nitelikte.
Ayrıca blogda Çin ilgili diğer yazılara da bir göz atın:
Çin Yüzyılına Daha Var
Teknolojik Açık Teorisi ve Çin
Read More!