Özelleştirme nasıl yapılır?

Başka ülke örneklerini fazla incelemedim ama Türkiye'de özelleştirme uygulamaları üç şekilde yapılıyor. Bunun ilki (ve özelleştirme denilince ilk akla gelen durum) doğrudan özelleştirme diyebileceğimiz, kamu tarafından işletilen şirketlerin belirli bir bedel karşılığında özel mülkiyete devredilmesi. Bu konunun etraflıca bilindiğini varsayıyorum ve fazla detaya girmiyorum. Özelleştirme karşıtları genelde bu yöntemle yapılan özelleştirmelere karşı çıkıyorlar ve ne derece haklı oldukları şüpheli. Yazının devamında ne demeye çalıştığım anlaşılacaktır.

Özelleştirme konusunda ikinci yöntem en az ilki kadar (hatta daha fazla) yaygın olmasına rağmen pek dikkati çekmiyor. Bu yöntemle kamu hiçbir şekilde elinde bulundurduğu işletmeleri özel mülkiyete devretmiyor. Ancak eğer sektörde karlılık yüksekse özel sektör kamudan daha fazla yatırım yaparak daha hızlı gelişiyor. Kısa zaman dilimleri için bir özelleştirmeden bahsetmesek bile uzun dönemde sektör kendiliğinden özel sektörün eline geçiyor. Buna de facto özelleştirme diyebiliriz. (Bu kavramı ilk defa Deniz Gökçe'den işitmiştim. Bir yazısında bu durumu şöyle açıklıyor: "... Ancak burada bizim de facto özelleştirme adını verdiğimiz bir olgu gerçekleşiyor. Devlet sıkı maliye politikası çerçevesinde yatırımı kısıyor (uzun vadede sosyal etkisi gündeme gelecek), özel sektör ise yatırıma devam ediyor. Yani özel taraf büyüyor, devlet zorunlu olarak duraklıyor.")

De facto özelleştirme durumunu bir kaç örnek ile açalım: İlki Sümerbank örneği. Sümerbank Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren tekstil sektörünün en büyük oyuncusu idi. Ancak ilerleyen yıllarda kamunun kaynak yetersizliği ve özel sektörün tekstil alanında yaptığı yatırımlar Sümerbank'ın pazar payını daralttı. Sonuçta Sümerbank'ın özelleştirme kararının alındığı 1987 yılında kurumun tekstil sektöründeki ağırlığı yüzde 10'un altına gerilemişti bile. 1993 yılında Sümerbank'ın bankacılık ve sanayi bölümleri Sümer Holding ve Sümerbank olarak birbirinden ayrıldı. Ayrılmadan hemen önce (1992 yılında) Sümerbank'ın tekstilde pazar payı yüzde 8'in altında olarak rapor edilmiş. Yani tekstil sektörü büyük oranda de facto özelleştirme yöntemi ile özelleştirilmiştir.

İkinci örnek üniversiteler. Elimde rakamlar yok. Ancak sektördeki gelişim kabaca herkesin malumu. Bugün (ya da dün) delinin teki "üniversiteleri özelleştiriyoruz" (Türkiye'de bunu söylemek için sanırım deli olmak lazım) diye ortaya çıksa hali ne olurdu merak ediyorum. Ama sektöre uzun dönem itibarı ile baktığımızda özel sektörün hızla artan payı dikkatimizi çekiyor. Kamunun, bütçe açıkları, kaynakların kötü kullanımı ve yetersiz planlama ile -bu planlamalar genelde hep yetersiz olur, her ne kadar genelde kağıt üzerinde çok afilli dursalar da- üniversitelere ne kadar kaynak ayırabildiği herkesin malumu. Ancak buna karşılık, son 10-20 yılda özel sektör bu alana girerek de facto özelleştirmeye neden oldu. Bugün özelleştirmenin en büyük karşıtlarından olanlar bile (baş harfi Erinç Yeldan) özel üniversitede akademik hayatını sürdürüyorlar.

De facto özelleştirme durumu söz konusu olduğunda iki farklı durum ortaya çıkıyor. Bu da mevcut kanunların bu duruma ne kadar izin verdiği (ya da vermediği) sorusu etrafında şekilleniyor. Eğer herhangi bir kısıtlama yoksa sektörün karlılık durumu özel sektör yatırımları için belirleyici oluyor. Ancak ilgili sektöre ilişkin kanunlar ve kısıtlamalar varsa durum farklılaşıyor. Örneğin, özel sektörün tekstil fabrikası açması kanunla yasaklansaydı durum ne olurdu diye düşünün.

Dikkatli okuyucularımız geleceğim noktayı sanırım sezmişlerdir. Eğer karlılık düşükse ve kanunlar nedeniyle kısıtlama varsa (pek ender rastlanan bir durum) o kanunlar zaten gereksizdir. Yani karlılık düşük ve kısıtlama olmadığı durumla aynı sonuç ortaya çıkar. Ben bu duruma pek bir örnek bulamadım, siz bulursanız yorumlar kısmına ekleyin. Ama karlılığın yüksek olduğu bir durumdan bahsediyorsak, kısıtlama yoksa de facto özelleştirme oluyor. Kısıtlama varsa üçüncü tip özelleştirme ile karşı karşıyayız. Ya özel sektör yeraltına iniyor, kaçakçılık ve yasadışı pazarlar ortaya çıkıyor. Ya da özel sektör alenen kısıtlamayı maliyet olarak kabul edip hem yaparım hem de parası neyse öderiz şeklinde özetlenebilecek bir strateji uyguluyor.

Bir kaç örnek verelim. Türkiye'de TV ve radyo yayını uzun yıllar devletin tekelindeydi. Hem kanunlar özel sektöre izin vermiyordu hem de piyasaya giriş maliyeti oldukça yüksekti. Ancak teknolojik gelişmeler 1990'lı yılların başında bu maliyetleri önemli ölçüde aşağıya çekince özel TV ve radyolar mantar gibi ortaya çıkmaya başladılar. Yasak hala yasaktı ama hem özel TV'lar (ilk olarak Star TV --Magic Box şirketini hatırlayan var mı?--) ve özel radyolar yayınlarına çoktan başlamışlardı. Okuyucularımızdan ne kadarı 1993'teki siyah kurdela olayını hatırlarlar bilmiyorum. Neticede özel sektör piyasanın önemli bir oyuncusu haline gelince, oluşan baskı ortamında kanunlarda değişikliğe gidildi. TRT özelleştirilmedi ama de facto özelleştirmenin yolu açıldı.

Diğer bir örnek de PTT (= Türk Telekom). Telekom sektörü de uzun yıllar devlet tekelinde idi. Hatırlayanlar olacaktır: Bir zamanlar sabit telefon için sıraya girmeniz ve başvurduktan sonra belirli bir süre beklemeniz gerekiyordu. Bu süre de öyle bir kaç hafta ya da ay değildi. 8 sene bekleyen bile vardı. Telekom'un özelleştirilmesi ilk olarak 1980'li yılların ortasında gündeme geldi. O zaman 20-30 milyar dolar gibi rakamlar konuşuluyordu. Ancak 1990'lı yıllarda Turkcell ve Telsim piyasaya girince (önce piyasaya girdiler, lisanslama sonradan yapıldı) sektörde de facto özelleştirme dönemi başladı. Devlete ait telekom kurumu cep telefonu hizmetini ancak 2000 yılından sonra vermeye başladı (Aysel mi Veysel mi öyle bir şirketti). Ancak Telekom özelleştiğinde uzun süre 20-30 milyar dolardan 5-6 milyar dolara nasıl düştük konusu tartışıldı. Aradaki fark de fakto özelleştirmenin bedeliydi.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama çıkaracağımız dersler var: İster karşı olun ister savunun özelleştirmeden kaçış yolu yok. Siz ne kadar karşı koymaya çalışsanız bile piyasaya söz geçiremiyorsunuz.

Ancak burada özelleştirmeden bahsederken değinmediğimiz ahbab-çavuş yöntemi ile özelleştirmeyi savunduğumuz anlaşılmasın. Ahbab-çavuş mekanizması yukarıda açıklamaya çalıştığım her üç yöntemde de devreye girebiliyor ve toplumsal maliyeti artırabiliyor. Ancak ahbab-çavuş mekanizmasına karşı çıkmakla özelleştirmeye karşı çıkmak ayrı şeyler. Gerekirse bu konuya da gireriz. Ancak bu yazıyı bugünlerde gündeme gelen ve alakasız gibi görünen bir konu hakkında yazacağım yazıya giriş olarak tasarladım. Bu konuyu tahmin edene de benden 10 puan, 10 puan, 10 puan.

0 Yorum Var.: