Sorular - III

Cari açık konusunu tartışırken 1980’leri vurgulamıştınız. Nedir 1980’leri özel yapan?

Öncelikle, 1980’ler dediğim zaman bu direk tarih olarak 1980 yılını kastediyorum anlamına gelmiyor. Ama genel anlamda, 1980 yılının hem Türkiye’nin politik, ekonomik tarihinde, hem de dünyadaki anlayışta özel bir yeri var. Sözgelimi dünyada örneğin bir Bretton Woods sisteminin sona ermesi ile yaşanan değişim var. Ardarda yaşanan petrol tabanlı şoklar, soğuk savaşın son on yılına girmesi, ABD’de Reagan ile hem ekonomi hem de politika açısından belirgin bir eğilim söz konusu. İran-Irak savaşı, Rusya’nın Afganistan serüveni, Ortadoğu’da yaşanan sıcak günler, sonra Latin Amerika’daki gelişmeler... Ancak ekonomi gözlüğüyle baktığımız zaman genel olarak altını çizeceğim şey ithal ikameci sistemin, özellikle Latin Amerika’da, sonunun geldiği dönemdir. Cari açık temelli krizler, ABD dahil, hep bu dönemin öncesinin sorunlarıdır. İlginçtir, ekonomi akademik literatüründe kriz modellerinin tartışılmaya başlanması da bu dönemde başlar. Konunun ilgilileri hangi makaleyi kastettiğimi şıp diye anlamışlardır. Anlamayanlar da boş versinler zaten, demek ki bu taraklarda bezi yok. Onlar muhasebeciden bozma Türk ekonomistlerini okumaya devam etsinler.

Swap Nedir    Deflasyon Nedir    Bono Nedir?    Reeskont Nedir    Ekonomi Nedir    Enflasyon Nedir

1980 yılı Türkiye için 12 Eylül tarihini hatırlatıyor. Ekonomi anlamında nedir 1980 yılının önemi?
Şimdi bakın. Bugün çoğunlukla kürselleşme kavramı kapsamında değerlendirilen, uluslararası ticaretin gelişmesi, serbest ticaretin, sermaye hareketlerinin önem kazanması, bariyer ve kotaların kaldırılması bu döneme rastlar. Tabi ki bu bir anda olan (overnight) bir değişim değildir, bir süreçtir. Bu anlamda, özellikle Bretton Woods sisteminin sona ermesinden sonra uluslararası mali sistemde yaşanan değişim, serbest ticaretin gelişmesiyle sermayenin uluslararası dolaşımının ciddi şekilde analiz edilmesi gerekir. Burada bunun detaylarına girmeyeceğim. Ama Türkiye özeline dönersek, 1980 önemli bir yıldır. 12 Eylül nedeni ile değil. 12 Eylül, Yeniçeri döneminden gelen, Türk toplumunun bütün yüzyılına (20.yy) mal olmuş İttihat ve Terakki anlayışının, geleneğinin bir devamıdır. Bu kısmı tarihçilerin işi. Bizim için asıl önemli tarih, 24 Ocaktır. 24 Ocak kararları önemlidir. Yeni bir dönemi başlattığı için mi? Hayır. 24 Ocak’ta yeni bir dönem başlamamıştır, başlayamamıştır. Genel düşünce 24 Ocak kararları ile yeni bir dönemin başladığıdır. Halbuki 24 Ocak kararları, yeni bir dönemi başlatmaktan çok, fiyasko ile sonuçlanan 1980 öncesi ekonomi politikalarının başarısızlığının, duvara tosladığının, çıkmaz yolun sonuna geldiğinin tescilidir. 24 Ocak= Çıkmaz yolun sonuna geldik. Nokta. Yeni bir dönem başlayamamıştır, başladığı iddia edilse bile bu başlangıç güdük kalmıştır. Bu tabi bir anlamda insan kaynağı sorunu. Yetişmiş eleman, vizyon sorunu. Eski dönemin kalıntıları hala köşe başlarını tutmuş olduğu için, ekonomik anlamda köhne zihniyet, basiretsiz anlayış bugün bile hala ağırlıklı bir şekilde sürmekte, dayatılmaktadır.

Köhne zihniyeti açar mısınız, neyi kastediyorsunuz?
Şunu kastediyorum ve soruyorum: Kendi dinamiklerine inanmayan, vizyonsuz, hayalsiz, hedefsiz bir ekonomi yönetiminin topluma refah getirmesi mümkün müdür? Örnek vereyim daha iyi anlaşılır: Köhne zihniyet, Türk halkına kaportasını eşeklerin kemirdiği arabaları reva gören zihniyettir. Köhne zihniyet, hem ülkeye petrol ithal edemez millet kuyruklarda doluşur, hem de ülkeyi “70 sente muhtaç” eder. Köhne zihniyet, yeni olan her şeye karşı çıkar. Değişen her şeyden korkar. Hiç bir problemi çözmeye yanaşmaz. Altın (bkz. altın yorumları) kural: Bir problem daha da kötüleşmediyse kendini başarılı sayar. Ama onu da becerememiştir. Yine örneğin, bu zihniyetin gözünde tüketim çok kötüdür, “tu kaka”dır. Aynen İttihat ve Terakki geleneğinin mirasçısı olarak kendini hala 1. Dünya Savaşı şartlarında zanneder. Bakınız İttihat ve Terakki anlayışının toplumu sürekli fakirleştirmiştir. İttihat ve Terakki anlayışının tek bildiği zihniyet memuriyet ve bürokrasidir. Çünkü ona alışmıştır. Osmanlıda ticareti birileri, üretimi birileri yapmış, Türkler hep devlet yönetiminde, çeşitli memuriyetlerde, bürokrasidedirler. O birileri ayrılıp da kendi bağımsızlıklarını ilan edince, memur ve bürokrasiden oluşan Türk toplumu da şap diye ortada kalmıştır. Bu zihniyet hiç beceremediği, başaramadığı sanayileşmeyi putlaştırır. Ama onda da çuvallamıştır. Yüzyılın sonuna kadar sanayi diye diye ortaya koyabildiği tek şey bir kaç tekstil atölyesiyle birlikte kamu kaynaklarının israf edildiği, verimsiz çalışan, TEKEL statüsüyle güç kazanmış bir kaç KİT’ten başka bir şey değildir. “Ağır sanayi hamlesi” gibi sloganlaşmış, klişeleşmiş sözler bu zihniyetin bir eseridir. Bugün de hala sanayi sektörü dışındaki sektörlerin büyümesi üvey evlat muamelesi görür. Onlara göre istenen sanayileşme de mutlaka devlet eliyle yapılmalıdır (DPT) ki bürokrasi aradan kendi “küçük” payını alsın. Para kazanmak, kar etmek, özellikle özel sektörün kar etmesi, girişimcilik, zengin olmak ölümcül günahlardır. Açıktan sermaye düşmanlığı yaparlar. Önerdiği model bir çeşit “sefalette birliktelik” felsefesine dayanır. Yeni olan, yenilik kokan, ezberlerini bozan her şeye karşıdırlar. Politik anlamda kör milliyetçi, ekonomik anlamda planlamacı ve sosyalisttirler. Sıkıştıklarında kör milliyetçiliğe sarılırlar. Yabancı düşmanlığı had safhadadır. “Vatan”ı sevdiklerini iddia ederler ama “vatandaş”a kan kustururlar. Para kazanmak, sermaye sahibi olmak, zenginleşmek kötü olduğu gibi para ile ilgili her türlü kavrama (örneğin banka, faiz) lanet edilir. Devletin görevi aç gezmeye mecbur bırakılmış olan vatandaşa ekmek, aş ve iş vermektir. Bir kişi zenginse kesinlikle hırsızdır. Tüketim yapan kişi haindir. Hele hele lüks tüketim yapan kişi vatan hainidir.

Ama fazla tüketim iyi bir şey mi?
Şimdi bakın, bir ekonomide tüketim ve üretim birbirini tamamlar. Tüketenler ve üretenler aslında aynı kişilerdir. Ekonominin kapsamını genişlettikçe aradaki ilişki flulaşır, parazitleşir. Ekonominin aktörleri arasında üretimde payı olmayıp da tüketimden pay alanlarla üretimde çok payı olup tüketimde az payı olanlar arasında bir çekişme başlar. Her iki tarafta yer alanlar çok çok azınlıkta, yani istisna durumundaysa pek problem yoktur, normali de budur. Ancak her iki tarafın da mensupları artınca, aradaki kavga kızışır. Bu kavga ekonomi literatüründe, daha önce de söyledik, enflasyona neden olur. Enflasyonun yüksek olması demek, kavgada üretimde payı az olup tüketimden/gelirden fazla pay alanların galip durumda olması demektir. Daha önce bu konuyu vurguladığımız için tüketime geri dönelim. İnsanların geliri arttıkça tüketimin arması normal bir durumdur. Bunun kötü bir tarafı yoktur. Her durumda gelirin bir kısmı tüketilir, kalan kısmına tasarruf, yani gelecekte yapılacak tüketim, denir. Bu aradaki denge önemlidir. İnsanlar zenginleştikçe denge tasarruf tarafına kayar. En düşük seviyeden ele alalım. Düşük gelir seviyesinde, bu gelirin hemen hemen tamamı tüketime gider. Çoğunlukla da buğday tabanlı besinler tüketilir. Gelir seviyesi arttıkça hem tüketilen ürünlerde çeşitlilik artar, hem de daha değişik tüketim kanallarına örneğin sinema, tiyatro, seyahat gibi gelir düşükken yapılamayan aktivitelere yönelme olur. Ama bir yandan da tüketilmeyen kısım da tasarruf edilir. Tasarruf da ya kişiler arası ya da zamanlar arası tüketim transferidir. Yani, bu tasarruf ya borç verme kanalı ile başkalarının tüketimine gider, ya da gelecekte tüketilmek üzere bekletilir. Burada zaman açısından bir sınır yoktur, tüketim gelecek nesillere de devredilebilir. Bu tüketimi kişiler yaptığı zaman biz buna özel tüketim, şirketler yaptığı zaman buna yatırım diyoruz. Şimdi Türkiye’de insanlar hala yoğunlukla buğday-temelli besinleri tüketirken, gelir arttıkça tüketimin artmasından daha normal bir şey olamaz. Bunda korkulacak bir şey yoktur. Önümüzdeki yıllarda insanların gelirleri arttıkça, özel tüketim artmaya devam edecektir. Ancak belirli bir seviyeye geldikten sonra tasarrufların ciddi bir şekilde artmasını bekleyebiliriz. Ama Türkiye’de buna daha çok var.

Ama tüketim ithalata kayarsa?
Şimdi tüketim ithal ürünlere kayıyor diye ağlamak gerekmez. Neden kaydığına bakılır. Neden kayar? Birinci ihtimal, ithal edilen mal burada üretilmiyordur. Bu durumda ithalattan başka şansınız kalmıyor. İkinci ihtimal, ithal ürünler daha ucuzdur. Aynı malı daha ucuza alınabiliyorsa, taşıma maliyetleri dahil, demek ki içeride aynı malı üretenlerde bir sorun vardır. Ya verimsizdirler, veya bu malın gerçekten de burada üretilmesi ekonomik anlamda mantıklı değildir. İlla her mal her ekonomide üretilecek diye bir şey yok. Veya kar marjları yüksektir, yani Türkçesi ile sizi kazıklamaktadırlar. Üçüncü ihtimal, fiyatlar aynıdır ancak kaliteleri farklıdır. Bu durumda, şahsen ben, kaportasını eşeklerin yediği bir arabadansa, ithal edilmiş arabaya binmeyi tercih ederim. Ben bu şekilde tercih ediyorsam, diğerlerinin de tercih etmesi beni rahatsız etmez. Her iki durumda da yapılacak şey ithalatı kötülemek, yasaklamak değil, içerideki bozukluğu gidermektir. İthalatın önüne kotalar koyarsanız, sadece karaborsayı teşvik edersiniz. Başka bir işe yaramaz.

Ama ithalat cari açığı artırmaz mı?
Tabiki artırır. Şimdi bakın. Biraz tekrar olacak ama cari açık meselesini anlatalım. Cari açık bir ekonominin dışarıya sattığı mal ve hizmetler ile ithal ettiği mal ve hizmetlerin farkıdır. Çok bilmiş Türk iktisatçıları bu durumu görerek hemen teşhisi koyarlar ve cari açık=döviz açığı şeklinde bir tekerleme söylerler. Halt ederler, bir bok bilmediklerini, cehaletlerini ortaya koyarlar. Mesela cari açık döviz açığı ise, nasıl oluyor da cari açığın rekor seviyeye ulaştığı son bir kaç yılda Merkez Bankasının kasası dövizle doluyor. Demek ki neymiş? Cari açık döviz açığı değilmiş.

Peki ne açığı?
Cari açık tasarruf açığıdır.

Yani?
Yani, ekonomideki toplam tasarruflarla toplam yatırımlar arasındaki farktır. Tasarruf meselesini az önce konuştuk. Şirketlerin yaptığı tüketime de yatırım denir dedik. Şimdi soralım, neden yatırım yapılır? Gelecek zamanda daha fazla üretim yapmak için. Daha fazla üretim yapılsın ki gelirler artsın. Bu bir zincir. Gelirleriniz artacak, daha fazla tasarruf edeceksiniz. Daha fazla tasarruf edince daha fazla yatırım yapacaksınız. Bu da üretimi artıracak, gelirler artacak, şeklinde devam eder. Ya da tam tersi. Tasarrufunuz azsa yatırım yok. Yatırım yoksa, üretim artışı yok. Üretim artışı yoksa gelir artışı yok. Hatta gelirlerde azalma var. Çünkü nüfus artıyor. Gelirler azalınca tasarruf daha da azalıyor. Her iki durumda da bu zincirin önüne geçilmek durumunda. İlk durumda, mesela Japonya gibi ülkelerde tasarruf oranı çok yüksektir. Ama içeride yapılacak fazla bir yatırım yoktur. Dolayısıyla bu tasarruf dışarıya kayar. Buna cari fazla diyoruz. Ama tersi bir durumda, tasarruf yok ama yatırıma ihtiyaç çoksa bu durumda cari açık ortaya çıkar. Şimdi cari açık konusunda net olmamız gerek. Bu ülkede, Türkiye’de, gelirlerin düşük olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla tasarruflar da düşük seviyede. Yani yukarıda bahsettiğimiz ikinci örneğe benziyor. Bu durumda, Türkiye’de, yatırım yapılması gerekli midir değil midir?

Evet, tabiki gereklidir.
Bu durumda cari açık konusu kendi kendini açıklıyor. Yani neden cari açık verdiğimiz, cari açığın neden arttığı çok açık değil mi? Siz şimdi hem istihdam artışı isteyeceksiniz. Hem yeni yatırımlar yapılsın diyeceksiniz. Hem de bu ülkenin zaten kıt olan tasarruflarının başka ülkelere kaymasını isteyeceksiniz. Bunu da milliyetçi söylemlerle süsleyerek, vatanseverlik ayağına yapacaksınız. Kusura bakmayın, ben sizin vatanseverliğinizden şüphe duyarım. Bu mu vatanseverlik?

Ama verdiğiniz örneğe uymayan örnekler var. Örneğin Çin, Rusya, vs... Bu ülkeler hem cari fazla veriyorlar hem de yüksek hızda büyüyorlar. Bu sizin tezlerinizi çürütmüyor mu?
Hayır, tam tersi. Rusya petrol ve doğal gaz geliri sayesinde, Çin de ucuz işgücü sayesinde yüksek miktarda tasarruf yapma olanağına sahipler. Bu ülkelerde yatırım yapma ihtiyacı yok mu? Var. Üstelik yüksek oranda yatırıma ihtiyaçları var. Peki nasıl cari fazla veriyorlar. Cari fazla vermeleri demek, tasarruflarını yurtdışına aktarıyorlar demek. Bunun nedeni ekonomilerinin sağlıklı olması değil, tam tersine kokuşmuş ve çürümüş durumda olması. Tasarruf sahipleri kendi ülkelerine güvenmiyorlar ve tasarruflarını daha güvenli limanlara kaçırıyorlar. Benzer durum 2001 krizi öncesinde ve sırasında Türkiye’de de olmuştu. Bir çok işadamı yurtdışına, İsviçre bankalarına önemli miktarda sermaye transfer ettiler. Neden? Korktular. Aynı durum Çin ve Rusya’da da geçerli. Hem Çin’in, hem Rusya’nın pek demokratik, ve yolsuzluklardan arınmış, insanların geleceğe güvenle baktığı ülkeler olduğunu söyleyemeyiz. Ama daha demokratik bir ortamın bulunduğu Hindistan’da, ki önemli farklılıkları olmakla birlikte ucuz işgücü ve kalabalık nüfus durumu Çin’e benzer, cari fazla değil cari açık görürsünüz. Dolayısıyla, Çin ve Rusya’nın cari açık vermesi güçlü ekonomi olduklarını değil, tam tersine zayıflıktan ve kötü yönetildiklerini gösterir. Ama siz rakamlara kıçından bakarsanız, cari fazla vermenin bir sonuç değil, ekonomik büyüme ve kalkınma sağladığını iddia eder saçmalarsınız.

Bunun sonu yok mu? Hep cari açık mı vereceğiz?
Hedef cari açık vermemekse bunun bir sürü yolu var. Örneğin, yatırımlar üzerine yüksek oranda vergi koyarsınız, cari açık sorunu diye bir şey kalmaz. Ama bunu istemiyoruz değil mi? Hem yatırım olsun istiyoruz. Hem de cari açık vermeden yapalım istiyoruz. Hedef, sağlıklı bir çözümse bunun yolu bellidir. Verimlilik artışı. Verimlilik artışı demek üretim ve gelir artışı demektir. Bu da zenginleşmek ve tasarrufların artması demek. Bu zinciri tekrar tekrar uyguladığımızda, içerideki tasarrufların içerideki yatırımları karşıladığı noktaya geliriz. Bu da cari açık sorununun, sorunsa eğer, çözülmesi demek. Uzun vadeli bir çözüm. Ve Türkiye bu dönüşümü ne kadar hızlandırırsa zenginleşme de o kadar hızlı olacaktır. Anlık çözümler maalesef ki uzun vadede uygulanabilir değildir. Bir yerde patlar.

Ama cari açık bu süreçte bir krize daha yol açarsa? Garantimiz nedir?
Efsane haline gelmiş bir konuyu sordunuz. Yaygın kanaatin aksine ekonomi literatüründe tek başına cari açık ve ekonomik krizler arasında doğrudan bir bağlantı net olarak ortaya konamamıştır. Tek başına cari açık krize yol açmaz. Ancak kötü yönetimin, sürdürülemez politikaların krizlere neden olduğu açık seçik ortaya konmuştur. Kötü yönetimin en belirgin göstergesi bütçe açığıdır. Bütçe açığı ve cari açığa literatürde “ikiz açıklar” (“twin deficits”) denmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz tasarrufları, özel kesim ve kamu kesimi olarak ikiye ayıralım. Bütçe açığı demek kamu kesiminde açık var demektir. Eğer zaten yetersiz olan özel tasarrufları kamu açığını dengelemek için kullanırsanız, yatırım falan yapılamaz. Buna “crowding out” diyoruz. Kamu açıklarını kapatmak için özel tasarruf da yetmiyorsa, cari açık verirsiniz, ki ikiz açık budur, dış kaynakla ülke yönetiyorsunuz demektir. Bunu da kimse ilelebet finanse etmez. Bir yerde tıkanırsınız, sistem patlar, elinizde kalır. Krize neden olan cari açık değil bütçe açığıdır. Yani sürdürülemez politikalardır. Kamu tasarrufunu artırırsanız, yani bütçe açığını kapatırsanız, özel tasarruflar yatırımlara gider. Yani bizim yapmamız gereken evimizin önünü süpürmek, temiz tutmak, yani kamu açıklarını sıfırlamaktır. 2001’den beri yapılmaya çalışılan da budur.

Peki döviz kurları ve faizler bu söylediklerinizde nereye oturuyor?
Bakınız, yukarıda anlattıklarımın döviz kurları ile yakından uzaktan ilişkisi yok. Söz gelimi, farz edin ki bütün dünyada tek bir para birimi kullanılıyor. Bu durumda yukarıda anlattıklarım hala geçerlidir. Cari açığı döviz kurlarına bağlamak cehaletten başka bir şey değildir. Yani, Türkiye para birimini Euro’ya çevirirse cari fazla mı verecek? Güldürmeyin adamı... Faizler ise, kamu borçlanma faizlerini kastediyorum, tamamen kamu kesiminin açıkları ile ilgili bir durumdur. Bütçe açığı artarsa faizler artar, azalırsa faizler de düşer. Durum bundan ibarettir.

Döviz kurlarının ya da politikalarının hiç mi etkisi yok?
Bakınız, döviz kurlarında iki seçeneğiniz var. Sabitlemek ya da serbest bırakmak. Her ikisinin de çeşitli versiyonları var. Döviz kurunu sabitlerseniz, para politikasından vazgeçiyorsunuz demektir. Döviz kuru sabitledikten sonra finansal piyasalardan gelen olası ataklara nasıl karşı koyacağınız sorusu ortaya çıkar. Ve sabitlenmiş bir döviz kurunu sürdürmek, dünyanın herhangi bir merkez bankası için (Fed bile olsa) imkansız gibi bir şeydir. Ha derseniz ki ben zaten sermaye hareketlerini de kısıtlayacağım, o zaman kolay gelsin derim. Artı, bu yazıyı da boşuna okudunuz derim.

Peki bugün liranın değerli olması hiç mi etkilemiyor cari açığı ve ekonomiyi?
Birincisi, bugün liranın değerli olduğu iddiası bir efsaneden başka bir şey değildir. Neye göre değerli olduğunu sormak gerekir. Örneğin Nisan ayına göre bugün lira değersizdir. Ama 2001 yılına göre değerlidir. Merkez Bankasının yayınladığı reel kur endeksi 1995 yılını 100 alır ve 1995 yılına göre bir kıyaslama yapar. Ama 1995 yılında liranın “gerçek” değerinde olduğunu nereden çıkarıyoruz ki?

Peki nedir gerçek değeri?
Bakınız, bugün uygulanan kur rejimi dalgalı kur rejimi. Ve Merkez Bankasının hiç bir kur hedefi olmadığını söylemekten ağızlarında tüy bitti. Liranın gerçek değeri piyasada neyse odur. Burada kafalar hep o 1980 öncesi köhne zihniyet yüzünden bulanıyor. Çünkü o dönemden önce kabul gören görüş, dış ticaretin dengede olduğu konumda bir para biriminin gerçek değerinde olduğu tezi idi. Ama bu görüş artık tarih olmuştur. Kurlar konusunda tek bir şey söyleyebiliriz. Sağlıklı bir büyüme trendinde olan ekonomilerin, daha yavaş büyüyen ekonomilere karşı para birimleri zamanla değer kazanır. Sabit kur da uygulasanız, dalgalı kur da uygulasanız bunun önüne geçemezsiniz. Türkiye’de oluşan yanılgı yine 1980’i anlamamaktan kaynaklanmaktadır. 24 Ocak kararları alınırken liranın değeri gereğinden fazla düşürülmüş, bunun ihracatı teşvik edici bir politika olması planlanmıştı. Doğrudur yanlıştır ayrı konu, onu tartışmayacağım. Ama 1980 sonrası dönemde, “enflasyon kadar devalüasyon” mantığı içerisinde bir kısır döngü yaratıldı. Liranın değeri sürekli olarak düşük tutuldu, ve bu uyuşturucu halini aldı. Bunun başımıza ne tür başka felaketler getirdiğini detaylandırmıyorum. Gerek yok. Ama liranın aşırı değerli olduğunu ezberlemiş olanların reel kur grafiklerinde 1980’i 100 aldıklarında ne diyeceklerini merak ediyorum. Ah o İttihat ve Terakki kafası ah!

Ama liranın değerini düşük de tutsak, sonunda sanayileşmeyi sağlayacaksa bu iyi bir şey değil mi?
Sanayileşmenin iyi bir şey olduğunu nereden çıkardınız ki? Bir kaç yüzyıl geride olsaydık, sanayileşmenin arzu edilebilir bir hedef olduğu tezini kabul edebilirdim. Maalesef önce Osmanlı, sonra Türkiye Cumhuriyeti, bu treni kaçırmıştır. Bugün bütün dünya bilgi toplumuna geçmişken, sanayileşme bir amaç olamaz. Ancak bir geçiş süreci olabilir. Türkiye’nin bu süreçte fazla oyalanmadan bilgi toplumuna geçmesi gerekmektedir. Atlayarak da geçebilir. Hiç bir sorun yok. Sık verilen bir örneği tekrar edeyim. Kumu kum olarak satarsanız, kilosunu 5 sentten satarsınız. Kumu cam yapıp satarsanız, kilosunu 1 dolardan satarsınız. Kumu alıp bilgisayar çipi yaparsanız, kilosunu iki bin dolardan satarsınız. Hepsinin ana maddesi aynıdır. Burada sanayileşme olayın ikinci evresi, yani cam yapmak. Ama son evre, bilgisayar evresi, bilgi teknolojilerinin ve bilgi toplumunun önemini belirtmesi açısından son derece açık bir örnek. Bunun kurla faizle ne alakası var? Tam aksine bunun eğitimle, yatırımla, verimlilikle alakası var. Ki bizim vurguladığımız da budur.

20 Yorum Var.:

Adsız dedi ki...

Elinize saglik...
Makroekonomik olarak dediklerinizin coguna katilmakla beraber ozellikle
fakir,egitimsiz insanlarin tavuk gibi uremeyi tercih ettigi bir ulkede ilerleyen yazilarda verimlilik artisi nasil saglanir onuda yazarsaniz cok guzel olur?

gercekten cok aciklayici bir yazi olmus...

Adsız dedi ki...

sayın Barış,
"Bakınız, bugün uygulanan kur rejimi dalgalı kur rejimi. Ve Merkez Bankasının hiç bir kur hedefi olmadığını söylemekten ağızlarında tüy bitti."
demişsiniz.
beni aydınlatmanızı isteyeceğim bir nokta var.
şuanda MB enflasyon hedeflemesi içinde ve manevralarını belirlediği hedefleri tutturmak üzere belirliyor. yarın doların 2 YTL olduğu bir türkiye düşünelim ve enflasyonun nereye varacağını bir düşünelim.yoksa türkiyede döviz kuruyla enflasyon arasında bir ilişki yokmu? eğer varsa o zaman serbest döviz kuru politikası " walla ben bi ekonomik program yapıyorum becerebildiğim yere kadar, ilerde bi patlak olursa bilinki bi yanlışlıktan değil serbest kur politakasın"şeklinde özetlenebilecek bir hal alıyor.
doyurucu yazılarınız için teşekkurler
TKAT

tersaci dedi ki...

Sayın Anonymous The First,

Verimlilik artışı nasıl sağlanır diye sormuşsunuz. Önümüzdeki yazımda bu konuyu detaylı olarak işleyeyeyim. Ama hemen iki cümle söyleyecek olursam, iyi işleyen bir piyasada, şartlar zaten kişi ve şirketleri verimlilik artışına zorlar. Yoksa uzun vadede ayakta kalamaz. Türkiye'de yapılması gereken piyasanın işlerliğinin önündeki parazitleri gidermektir.
Ama bu nasıl olacak derseniz, ki asıl kastettiğiniz sanırım o, bunu da detaylı yazıma bırakıyorum.

Yorumlarınız için teşekkürler.
Sevgiyle,
Baris

tersaci dedi ki...

Sayın anonymous TKAT,

Enflasyon hedeflemesi çerçevesinde para politikasının detayları, döviz kuru rejimi, Merkez Bankası'nın ilgili raporlarında detaylı olarak anlatılmış. Şu anda check edip link vermeye vaktim yok. Ama TCMB'nin sitesine giderseniz zorlanmadan kastettiğim bölümlere ulaşabilirsiniz diye düşünüyorum.
Kısa bir değerlendirme için benim söyleyeceğim şu: Dalgalı kur rejimi, bahsettiğiniz durumun tam aksine, para politikasına etkinlik ve işlerlik kazandırdığı için tercih edilir. Asıl bir kur seviyesinin hedeflendiği sabit veya sabit-gibi kur rejimlerinde para politikası araçlarından peşin olarak vazgeçmiş sayılırsınız. Peki dolar kuru dediğiniz gibi bir anda 2 YTL'ye çıkarsa?

1. Dolar kuru durduk yere 2 YTL'ye çıkmaz. Çıkmışsa bunun nedenine bakmak gerek ve ona göre tavır tabiki alınacaktır.

2. Döviz kuru ile enflasyon arasında tabi ki bir ilişki vardır. Ama bu ilişki giderek zayıflamıştır. Enflasyonun asıl belirleyicisi de döviz kurları değildir. Etkiler geçicidir. Ana trend piyasa aktörlerinin fiyatlama davranışı (ben buna vatandaşı s.kme yarışı diyorum) ile belirlenir.

3. Döviz kurları enflasyonu ne kadar artırırsa artırsın (bu etki eskiden daha fazlaydı şimdi gittikçe azalıyor) enflasyonu düşürmek için para politikası araçları etkin şekilde kullanılabilir. Ama burada bir gerçek vardır. Döviz kurundaki oynamaları anlık takip edebilirsiniz, ama para politikası kararlarının etkileri belirli bir gecikme ile (en az 6-9 ay arası) görülür. Bu yüzden MB döviz piyasasında anlık çalkantılara müdahele ederim, ama uzun dönem trendine karışmam diyor.

Umarım açıklayıcı olmuştur.
Yorumlarınız için teşekkürler.

Sevgiyle,
Baris

Adsız dedi ki...

Baris Bey,

Cok guzel bir calisma olmus. Elinize saglik..

Iki konuda yorumunuzu almak istedim.

- "Aynı malı daha ucuza alınabiliyorsa, taşıma maliyetleri dahil, demek ki içeride aynı malı üretenlerde bir sorun vardır.", "Her iki durumda da yapılacak şey ithalatı kötülemek, yasaklamak değil, içerideki bozukluğu gidermektir"

Yerel sirketlerimiz global sirketlerle rekabet edecek durumda degiller. Elbette sirketleri oldurmeyen rekabet daha guclu yapacak. Sizce sirketlerin rekabete dayanamama riskleri var mi? Eger rekabet edemez, batarlarsa bu Turkiye`yi katma deger yaratamayan, isciler ulkesi durumuna dusurebilir mi? Ayrica devletin sirketler uzerinde soz hakki olmadigi dusunulurse, mevcut bozukluklari gidermek icin ne gibi adimlar atilinabilir?

"Kumu kum olarak satarsanız, kilosunu 5 sentten satarsınız. Kumu cam yapıp satarsanız, kilosunu 1 dolardan satarsınız. Kumu alıp bilgisayar çipi yaparsanız, kilosunu iki bin dolardan satarsınız. Ama son evre, bilgisayar evresi, bilgi teknolojilerinin ve bilgi toplumunun önemini belirtmesi açısından son derece açık bir örnek. Bunun kurla faizle ne alakası var? Tam aksine bunun eğitimle, yatırımla, verimlilikle alakası var"

Teknolojisi goreceli olarak basit ve eski olan pazarlar bizden cok daha ucuza calisan ulkeler tarafindan istila edilmis vaziyette. Su an bakir olan pazarlar icinse (Nano, AI, Robotics,Bio-tech vs.) muthis insan/para yatirimi gerekiyor. Ben sahsim adina sanayilesmenin bu evrimsel sureci finanse etmek icin gerekli oldugunu dusunuyordum. Sizce altyapi icin gereken finansman baska ne sekilde saglanabilir?

Saygilarimla
L.A

tersaci dedi ki...

Sayın L.A.,

Sorduğunuz konuları kısa cevaplarla geçiştirmek istemiyorum. Bu yüzden verimlilik ile ilgili yazacağım yazıda detaylı olarak konuyu irdeleyeceğim.

Ancak şimdiden bir iki satır bir şey yazmak gerekirse, öncelikle yerel şirketlerimizin global şirketlerle rekabet edemeyeceğini belirtmişsiniz. Ben buna kesinlikle ve kesinlikle katılmıyorum. İstenirse gayet de mümkün. Türk insanının başkalarından bir eksiği yok. Ha kastettiğiniz merdiven altlarında, çatı katlarında kayıtdışı çalışan sözüm ona KOBİ'ler ise, hakılısınız. Onlar bu zihniyetle rekabet edemezler. Dolayısıyla yok olup gideceklerdir. Yerlerine rekabet edebilenler gelecektir. Unutmayın. Bilgisayar programı yazmak için bilgisayarı sizin üretmeniz şart değil. Bilgisayar programı yazmak, bilgisayarı üretmekten, yani sanayi üretiminden, daha önemli ve daha değerli.

Kısa bir cevap oldu ama bir sonraki yazımda detaylara değineceğim. Yorumlarınız için teşekkürler.

Sevgiyle,
Baris

e-recep dedi ki...

Birincisi, bugün liranın değerli olduğu iddiası bir efsaneden başka bir şey değildir. Neye göre değerli olduğunu sormak gerekir. Örneğin Nisan ayına göre bugün lira değersizdir. Ama 2001 yılına göre değerlidir. Merkez Bankasının yayınladığı reel kur endeksi 1995 yılını 100 alır ve 1995 yılına göre bir kıyaslama yapar. Ama 1995 yılında liranın “gerçek” değerinde olduğunu nereden çıkarıyoruz ki?

Nobel ödüllü iktisatçı Robert Mundell'in bu konudaki görüşlerini hatırlarsak, onun bu konuya direkt bir cevabı olduğunu görürüz :

Mundell şunları söylüyor:

1. Türk Lirası muhtemelen "aşırı" değerlidir.

2. Kurun aşırı değerli olup olmadığını test etmek gerekir. Bu testte;

a) Sanayi üretiminin, milli gelirden daha düşük artması,
b) ülkeye doğrudan yatırımdan çok, potföy yatırımı gelmesi,
c) dış ticaret açığının kötüleşmesi, d) dış ticaret açığının, cari işlem açığına oranının artması,
e) işsizlik oranının artmasıdır.

Bunlar, Türkiye'de kurun aşırı değerli olduğuna işaret ediyor.

3. Sıkı para politikaları (yüksek faiz), yerel paranın değer kazanmasına (düşük kura) sebep olur.

4. Hükümetler zaferlerini ilan ederken, kurdaki aşırı değerlenme büyük ölçekli devalüasyonlara yol açar.

Kaynakça : Ege Cansen'in 26 Nisan 2006 tarihli yazısı

tugrul dedi ki...

Kurun aşırı değerli olup olmadığını test etmek gerekir. Bu testte;

a) Sanayi üretiminin, milli gelirden daha düşük artması,
b) ülkeye doğrudan yatırımdan çok, potföy yatırımı gelmesi,
c) dış ticaret açığının kötüleşmesi, d) dış ticaret açığının, cari işlem açığına oranının artması,
e) işsizlik oranının artmasıdır.

Bunlar, Türkiye'de kurun aşırı değerli olduğuna işaret ediyor.


Veya belki de etmiyor.

a.) 2002-2006 arasi katma deger artisi:

Sanayi: %35.4
GDP: %34.4

b.) 2002-2006 arasi sermaye akimi:

Dogrudan sermaye: 25,2 milyar$
Portfloy yatirimi: 25,7 milyar$

c/d.) Ihracatin ithalati karsilama orani:

1990-2000 arasi: %60
2006: %60

Ihracatin enerji haric ithalati karsilama orani:

1990-2000 arasi: %71
2006: %77

e.) Issizlik orani:

1995-2000 arasi: %7.1
2006: %10.1

Tarim-disi ssizlik orani:

1995-2000 arasi: %13.1
2006: %11.2

Adsız dedi ki...

Baris Bey,

Ekonomi ile amator olarak ilgileniyorum; o yuzden bilgisizligime kizmazsiniz umarim: Turk ekonomisinin ne kadari kurumsallasmis vaziyette? Ve sizce yuzde kaci degisen kosullara, artan rekabete karsi dik durabilir?

Ekonomi konusunda amator olmama karsin yazilim konusunda profosyonelim. Inanin bana yazilim ortaya cikarmak icin bilgisayar sahibi olmak yeterli degil. Cok cok iyi muhendisler yetistirip, bir de bunlari tutabilmeniz lazim. Ozellikle super-star tabir edilen beyinleri tutmak cok zor. Iyi muhendisleri bir araya attiginiz zaman da iyi yazilimlar ortaya cikmiyor. Ust duzey bilgi/tecrube birikimi gerekiyor. Kurumsal gelenek ve isini cok iyi bilen yoneticiler lazim. Ayrica yillarca zarar edecek bu sirketlere gogus gerebilecek sermaye lazim. Yapilanlarin calinmamasi icin, lisans ucretlerinin alinabilmesi icin kapi gibi yargi ve kanunlar lazim. Bu yazilimlari satin almak isteyecek ticari kuruluslar lazim.

Anlayacaginiz lazim da lazim. Bugun ticari bir yazilim sirketi basit bir urun ortaya cikarabilmek icin 1 milyon dolar ve 1 sene harcamak durumunda. Ve her 1000 teknoloji sirketinden 100 tanesi ikinci raund finans artirimina gitmeyi basariyor. Ikinci raundu basaranlardan da sadece 1 tanesi piyasada 10 seneden fazla ayakta kalabiliyor. Ortalama teknoloji sirketi omru 2 sene. Ayrica teknoloji sirketleri cok ucuk lisans ucretleri ile basetmek zorundalar. Ornegin luks olmayan bir televizyona odediginiz paranin soz gelimi %30`u lisans ucretlerine gidiyor. Tabii ki bir de lisans premiumlari var ki onlar da ayri dert.

Turkiye`de kanimca bahsettiginiz dalin kendine yeter hale gelmesini saglayabilecek tek guc ordu. Onlarin yatirim yapabilmesi icin de devlet olacak dibi delik bidonu surekli beslemek lazim. Bu bakimdan da sanayi ve hizmetten baska cikar yol goremiyorum ben.

Yahoo da TAEA adli bir email listesi mevcut. Bu grup silikon vadisinde ust duzey calisan Turklere ait. Fikirler ve elestirilerle dolular. Bir dokunursaniz saatlerce size anlatabilirler. Kaynak olarak tavsiye edebilirim.

Saygilarimla
L.A

Adsız dedi ki...

Bu sitenin en hosuma giden yanlari nerdeyse her gün okunacak nitelikli yazilarin çikmasi ve 'farkli' seyler söylenmesidir. Baris beyin kaleme aldigi da bunlardan birisi.
Üzerinden uzun uzun tartisilmasi gereken konulara 'degisik' bir sekilde yaklasiyor. Standart lafoloji olsaydi cart-curt bir seyler geveleyip geçebilirdik. Ama öyle degil.
Bir tanesi üzerine üzerine dikkatinizi çekmek isterim. Diyor ki Baris bey: Eger Euro'ya geçseydik cari açik vermeyecek miydik ? Bu soru üzerinde çok degil 'biraz' düsünecek olsaydik cari açigin degerli TL'ten kaynaklandigi ve Merkez Bankasi politikalariyla 'kolaylikla' halledilebilecegi tezlerinin TAM BIR SAÇMALIK oldugunu anlayabilirdik.
Bir konuda görüs belirtmeden geçemeyecegim. Serbest olsa bile enflasyonla mücadele kuru kontrol etmekten ibaret degil midir ? Sonuç olarak yüksek faiz-düsük kur hikayesine geldik dayandik.
Döviz artisinin yarattigi fiyat artislarina enflasyon diyemeyiz. Enflasyon bence 'kendi kendini yaratan fiyat artislaridir'. Bunun gerçeklesmesi için gelirlerin de artan fiyatlara ayak uydurmasi gerekir. Aksi takdirde vatandas mal/hizmet satin alamayacagi için fiyat artislarinin aniden kesilmesi ve hatta geriye gitmesi beklenir. TL'nin deger kaybetmesinden, enflasyon kayiplarini derhal karsilanan devlet memurlari disinda kimse kendini kurtaramaz. Vatandasin satin almasi zayiflayinca ekonomi 'buz' keser. Fakat daha önemli bir unsur var: TL'nin yükselmesi faizlerin artmasi anlamina gelir. Bu ikinci bir dondurma etkisi yapar. En kötüsü üretici firmalarin finansmani çogunlukla döviz cinsinden oldugu için yatirimlar da durur. Bakin biz bunu en agir sekilde 2001'de yasadik. Ben özel sektörde çalisiyorum. 2000 maasimizi alabildigimize sükrettik. Çünkü pek çok arkadasimiz dostlarimiz islerini de kaybetti. Böyle bir ortamda 'enflasyondan' söz edilebilir mi ? Nitekim bir süre zart diye aniden durdu. TL deger kaybettigi ölçüde ekonomi de duracaktir. Ekonomi durdurdugu zamanda kaygilanmamiz gereken enflasyon degildir. Yalniz sunu da parantez açip söyleyeyim. TL'nin bir kaç gün, hafta olmasinin sonuçlar etkisi üzerindeki sinirli oldugunu unutmayalim. Enflasyonun TL'nin degerli/degersiz olmasiyla hiç bir iliskisi yoktur. Enflasyonu kontrol etmek amaciyla kuru baskilamak baska bir saçmaliktir.

ahmet çavusoglu

Adsız dedi ki...

tuğrul bey....

verdiğiniz işsizlik oranları tüike ait sanırım... duymuşsunuzdur...tüik iş bulma umudu kalmadığı için son bir yıldır iş aramayanları işsizden saymıyor...

kriter böyle tuhaf olunca tüik başbakanının hoşuna gidecek rakamları yayınlayabiliyor... (tüik başbakanlığa bağlıdır..bağımsız filan değildir..)

eğer o kişiler de işsizden sayılsa idi %20-25 gibi işsizlik rakamına ulaşıyoruz...

dilerseniz istihdam rakamlarına bakın...tüik henüz onları manipüle edememiş...

büyüme rakamlarını 2002-2006 seçmişsiniz gelin sadece 2005-2006'ya bakalım...

yabancılara satışları doğrudan sermaye akışı olarak görüyorsunuz ki aslında olan biten sahip değişikliğidir... ford fabrikası dışında büyük bir doğrudan yatırım olmamıştır....o olalı da seneler oluyor..

dış ticaret açığının kötüleştiğini sıradan vatandaş bile biliyor..sizin verdiğiniz sadece oran...nominal rakam sürekli kötüye gidiyor... ayrıca verdiğiniz yıl yani 1999-2000 cari açığımızın yüksek seyrettiği yani bugünküne benzer bir manzaranın olduğu tarih aralığı...

saygılar,
t.

e-recep dedi ki...

Çin'in AB ve ABD'ye inat 'değersiz' tuttuğu yuanı ile yakaladığı müthiş ekonomik performans, Barış Bey'in tezini tamamen çürütüyor. Fakir bir ülke olan Çin, sermayeye ihtiyaç duymasına rağmen yüksek reel faiz vermiyor, yerel para birimini değersiz ve nisbeten sabit tutuyor. Sonuç: Kesintisiz müthiş bir büyüme, siyasi açıdan başı dik bir ülke, reel olarak artan ücretler, müthiş bir tasarruf oranı, başdöndüren bir dış ticaret fazlası, aklı baştan alan bir cari fazla.

Asaf Savaş Akad, Ekodiyalog'ta Deniz Gökçe'ye sormuştu : "Çin'in uyguladığı para politikası ve büyüme modeli bize örnek olamaz mı?"

Deniz Bey tatmin edici bir cevap verememişti. Kısa bir sessizlikten sonra Asaf Hoca tebessüm ederek seyirciye dönmüştü. İşte o tebessüm çok şey ifade ediyordu.

Asla unutmam.

Adsız dedi ki...

tankut ünal said...
verdiğiniz işsizlik oranları tüike ait sanırım... duymuşsunuzdur...tüik iş bulma umudu kalmadığı için son bir yıldır iş aramayanları işsizden saymıyor...

BU TUIK in tanimi degil,tuk dunyada kullanilan klasik issizlik tanimidir.ILO,OECD,BEA,IMF hepsi bu tanimi kullanir.Bircok yer son 1 yil degil,son 90 gun is bakmayanlarida kapsar.

e-recep
siz gidin onu gunde 12-16 saat ve ayda 100$ calisan ozellile cocuk iscilere sorun Cinde.sizde boyle is gucu kullanin sizede yatirim gesin , onlarda issiz gozukmesin istatislerde.
CIN olayinda % kac bu sekilde calisiyor haberiniz var mi?
TRnin 55 milyonu ayda 100$ calissin bakin bakalim issizlik kaliyor mu? devlet borcu kaliyor mu?
ya yapmayin yalnizca isinize gelen taraftan bakmayin olaylara ...
Asaf gulmusmus...
bende guluyorum ama farkli sebebten...

tersaci dedi ki...

Sayın L.A.,

Bir yanlış anlamayı düzeltmek durumundayım. Ben "Bilgisayar programı yazmak için bilgisayarı sizin üretmeniz şart değil." derken yazılım sektörünün kolayca at oynatılabilir bir sektör olduğunu iddia etmedim. Örneğim, hizmet sektöründe uüksek katma değer yaratmak için illaki sanayi üretimini bizim yapmamız gerekmiyor demek istemişim. Elbette her sektörün zorluğu, kolaylığı, avantajları, dezavantajları vardır. Yakın arkadaşlarımdan ikisi Silikon Vadisinde çalışıyor. Dolayısıyla yazılım sektörünün nasıl rekabetçi bir sektör olduğu hakkında kulaktan dolma da olsa bilgim var. Benim kastım da zaten "Biz Microsoft'a kafa tutarız abi çok basit" gibi bir tez değildi, ki komik olurdu.

Sayın Çavuşoğlu,

Serbest olsa bile enflasyonla mücadele kuru kontrol etmekten ibaret degil midir ? diye sormuşsunuz. Bence değildir. Kurdaki hareketler illaki enflasyona yansıyacak diye bir durum yok. Bizde uzun yıllar dolarizasyon oranı çok yüksek seyrettiği, bu dönemde de döviz kurlarının bir çeşit gösterge haline geldiği için kurla enflasyon arasında güçlü bir ilişki vardı. Bu da 2001 sonrasında gittikçe zayıflıyor.

Sevgiyle,
Baris

tersaci dedi ki...

(Bir önceki yazıda bir kısım yerler eksik çıkmış. Tekrar yazıyorum.)

Sayın Çavuşoğlu,

Serbest olsa bile enflasyonla mücadele kuru kontrol etmekten ibaret degil midir ? diye sormuşsunuz. Bence değildir. Kuru kontrol etmeye başladığınız zaman para politikasından vazgeçiyorsunuz demektir. Bu durumda hem faizleri hem de kuru kontrol edemezsiniz. Ederiz derseniz, ekonomi profumuz Tansu Çiller'e sorun o anlatsın:) Ayrıca Kurdaki hareketler illaki enflasyona yansıyacak diye bir durum yok. Bizde uzun yıllar dolarizasyon oranı çok yüksek seyrettiği, bu dönemde de döviz kurlarının bir çeşit gösterge haline geldiği için kurla enflasyon arasında güçlü bir ilişki vardı. Bu da 2001 sonrasında gittikçe zayıflıyor.

Sevgiyle,
Baris

Adsız dedi ki...

Baris bey,

Sanirim yazimi okumamissiniz. Sorun degil. Ben kurun hareketleriyle fiyat artisi/azalisi olabilir ama enflasyon/deflasyon olamaz diyorum.Ne 2001 yilinda böyle bir iliski vardi ne bugün var.

ahmet çavusoglu

tersaci dedi ki...

Ahmet bey,

Yazinizi okudum tabiki. Ama bir yerde anlaşamıyoruz. Benim bildiğim bir tek enflasyon tanımı vardır, o da "fiyatlar genel seviyesindeki artıştır". Bu ister kur arttığı için olsun ister başka nedenden. Enflasyon enflasyondur. Türkiye'de yıllar boyu uygulanan "enflasyon kadar devalüasyon" çarkı zamanla "devalüasyon kadar enflasyon"a dönüşmüştür. Bunu inkar edemeyiz. Ama bir de enflasyonun artması vardır, kurlardaki değişimin buna etkisi var mıdır yok mudur onu ayrıca tartışırız. Siz bunu mu kastediyorsunuz?

Sevgiyle,
Baris

tugrul dedi ki...

Tankut Bey,

“Verdiğiniz işsizlik oranları tüike ait sanırım... duymuşsunuzdur...tüik iş bulma umudu kalmadığı için son bir yıldır iş aramayanları işsizden saymıyor...kriter böyle tuhaf olunca tüik başbakanının hoşuna gidecek rakamları yayınlayabiliyor... (tüik başbakanlığa bağlıdır..bağımsız filan değildir..). Eğer o kişiler de işsizden sayılsa idi %20-25 gibi işsizlik rakamına ulaşıyoruz...”

Dogru soylemissiniz. Cunku 2002’ye kadar TUIK Basbakanliga degil Kultur Bakanligina bagliydi degil mi? Issizlik 2002’ye kadar baska turlu olculuyordu, ama son sene metodolojiyi degistirdiler, is arayamayanlari issizden saymamaya basladilar. Oysa eskiden sayarlardi. Bana TIK’in internet adresini verin (Tankut Istatistik Kurumu) onu kullanayim.

“Dilerseniz istihdam rakamlarına bakın...tüik henüz onları manipüle edememiş...”

Nasil arzu ederseniz:

Toplam istihdam/15yas:
1995-2000: 48.9%
2006: 43.0%

Toplam Tarim disi istihdam/15 yas:
1995-2000: 28.8%
2006: 31.2%

Toplam Tarim istihdam/15 yas:
1995-2000: 20.1%
2006: 11.8%

Toplam Sanayi istihdam/15 yas:
1995-2000: 8.3%
2006: 8.5%

"Büyüme rakamlarını 2002-2006 seçmişsiniz gelin sadece 2005-2006'ya bakalım..."

Bakin su ise, beni yakalayiverdiniz. Cunku 2002-2004 arasi kimse yuksek kurdan sikayet etmiyordu.

2005-2006 arasi katma deger artisi:
Sanayi: 10.5%
GDP: 10.7%

“Yabancılara satışları doğrudan sermaye akışı olarak görüyorsunuz ki aslında olan biten sahip değişikliğidir... ford fabrikası dışında büyük bir doğrudan yatırım olmamıştır....o olalı da seneler oluyor..”

Eskiden polis radyosu vardi, istek sarkilari calardi. “Bu turkuyu Erzincan’dan Vecdiye icin caliyorum” falan. Kusura bakmayin, biz tanimlari istek uzerine degistiremiyoruz. Dogrudan yatirim’in anlami adi uzerinden tasinmaz varliklara yapilan yatirimdir. Ister varolan tesislerin satin alimi, ister yeni tesis yapimi ikisinin de ortak adi dogrudan yatirimdir. Burada Mundell'in soylemeye calistigi sey, yatirim kisa vadeli olarak mi geliyor, yoksa kalici mi?

“Dış ticaret açığının kötüleştiğini sıradan vatandaş bile biliyor..sizin verdiğiniz sadece oran...nominal rakam sürekli kötüye gidiyor... ayrıca verdiğiniz yıl yani 1999-2000 cari açığımızın yüksek seyrettiği yani bugünküne benzer bir manzaranın olduğu tarih aralığı...”

Bu kadar okumus insanin yanlis bildigi bir ulkede ortalama bir vatandasin yanlis bilmesine sasmamak lazim. Benim verdigim elbette oran. Hesaplamasi aslinda o kadar zor degil. Yaptiginiz sey ihracat rakamini ithalata bolmek. Hesap makinasi kullanmak da serbest. Ben karsilastirmayi 1990-2000 icin yapiyorum. 1999-2000 arasi nereden cikti??? Ayrica cari acigi degil, iharact ve ithalat rakamlarini kullandim. Madem 2000 yilini sevmiyorsunuz, o zaman sadece 1990-1999 arasina bakalim. Sayilar fazla degismeyecek maalesef, uzun donem ortalamasina bakmaktaki amac da zaten tek bir senenin etkisini azaltmak degil midir?

Ihracatin ithalati karsilama orani:

1990-1999 arasi: %60
2006: %60

Ihracatin enerji haric ithalati karsilama orani:

1990-1999 arasi: %71
2006: %77

Adsız dedi ki...

Hayir.
Enflasyonun sizin ifade ettiginiz sekliyle dünyada bir tanimi oldugunu düsünmüyorum. 'Her fiyat artisi enflasyondur' tanimiyla, 'enflasyon parasal bir olgudur' söylemini bir araya getirmek neredeyse imkansiz oldugunu farkedeceksiniz. Burada sözü geçen enflasyon (yani 'sisme') yanlizca Merkez Bankasinin politikalariyla iliskilendirilmektedir. Katillirsiniz, katilmassiniz ama 'bu sene, mahsul kötü oldu enflasyon artti, haydi faizi artirip düsürelim' demenin mantik içermedigi de açik. Tekrarliyorum. Enflasyonu uzun dönemde 'kendini tekrarlayan' fiyat artislari olarak tanimladiginiz zaman Merkez Bankasinin politikalariyla iliskilendirebilirsiniz.
2000'den öne Türkiye'de 'enflasyon kadar develüasyon' politikasi degil 'develüasyon kadar enflasyon'
politikasi uygulaniyordu. Hafizanizda 1990'lari yoklayin. Diyelimki A ürün/hizmet grubu TL deger kaybetti diye %20 zamlandi. Peki tüketicinin geliri de %20 artmadigi takdirde, fiyatlar kendiliginden artmaya devam edebilir mi ? Imkani var mi ? Eger devam ederse ekonomi durur. Iste bu fark Kamu maliyesi genisletici politikalariyla gideriliyordu. Faizler özel yatirimi dislamasina ragmen, kamunun böyle bir derdi yoktu biliyorsunuz. Harcamalar, tesvikler, kamu bankalari kanaliyla piyasa maliyetlerinin altinda kredilerle kaybedilen gelirler yerine konuyordu. Halbuki bugün öyle degil. Kamu maliyesi IMF tarafindan kiskaca alinmis durumda. Hükümet TL'nin deger kaybiyla ortaya çikan zaafiyeti yerine koyamiyor. Bunun Merkez Bankasi'da farkinda degil. TL degerli kalmasi 2005'in ikinci yarisindan itibaren TÜFE'nin uçusa geçecegini Merkez Bankasinin görememesinin sebebi budur. Disardan dalga geldi enflasyon 3 puan kaydi. Halbuki ne kadar güzel tuturacaktik hikayesini yaziyorlar. Karsi tarafta bunu kritizize edecek nitelikde birileri olmadigi rahatlikla siyiriyorlar. Talep güçlüyken ENFLASYON DÜSMEZ. Fiyat artislarindaki yavaslama geçicidir. Bu herifler bunu kavrayamiyor. Para ve kamu maliyesini toplam taleple iliskilendirilmedikçe 'bu ay yüksek çikti, gelecek ay düsecek' efendim 'bayram tatili su aya geldi bu aya gitti gibi' vizyonsuz analizlere mahkum oluruz. 2006 Nisaninda çikan azgin enflasyon rakkamini nasil açiklarsiniz ? Yaklasik bir senedir TL degerliydi. Hani geçirgenlik ? Sifir. Yeni bir sey degil her zaman sifirdi.

ahmet çavusoglu

e-recep dedi ki...

Ahmet Bey'in aşağıdaki görüşüne katılıyorum :

Para ve kamu maliyesini toplam taleple iliskilendirilmedikçe 'bu ay yüksek çikti, gelecek ay düsecek' efendim 'bayram tatili su aya geldi bu aya gitti gibi' vizyonsuz analizlere mahkum oluruz. 2006 Nisaninda çikan azgin enflasyon rakkamini nasil açiklarsiniz ? Yaklasik bir senedir TL degerliydi.

Ayrıca bir açıklama da getireyim. Talebi özel sektörün 110 milyar doları aşkın döviz borcu kaçmılamıştır. Yani Merkez Bankası'nın YTL faizini yüksek tutması talebi frenleyemiyor. Peki ona rağmen Merkez Bankası neden faizi yüksek tutuyor? Yoksa Merkez Bankası'nın bize söylemediği başka bir emeli mi var?