Amerika'da Yasam

Slow news day!! Bugun Mezun forum'da gozume carpan bir yaziyi asagiya aliyorum, sahibi isim vermemis. Amerika'ya yeni gelmis birinin izlenimleri, tamamina katilmasam bile cogunlugu dogru yerinde gozlemler. Umarim ilginizi ceker.

2002 Eylül’ünde Los Angelas, Pasadena’ya mesleki bir seminere geldiğim zaman “turistik” gözle 10 gün gördüğüm ve büyülendiğim Amerika’nın Texas eyaleti Killeen şehrine “göçmen” olarak geldiğimde başıma geleceklerden haberim yoktu. Bir yere turist olarak belli bir süre için gelmekle, orada yaşamını kurmaya çalışmak çok farklı. Çünkü turist olarak geldiğinizde, geri döneceğinizi bildiğiniz için zaman içinde sizi rahatsız edebilecek noktaları görmüyorsunuz, ayrıca gündelik yaşamın rutinleri de sizi sıkmadığından sadece anınızı yaşıyorsunuz; günlük yaşam ve gerçekler ise çok daha farklı.

Girişimden olumsuz bir yazı yazacağımı düşünmenizi istemem, zira her yerin kendine özgü artıları ve eksileri var. Elma ile armutu da karşılaştırmak doğru olmaz diye düşünüyorum. Ankara’da doğmuş büyümüş ve üniversiteden sonra İstanbul’a yerleşip 11 yılını orada geçirmiş bir “city girl”ün Texas’a taşınmasıyla “cowgirl”e dönüşme sürecini ve nihayetinde sekiz aydır Texas’ta küçük bir şehirde yaşayan biri olarak gözlediklerini ve izlenimlerini sizlerle paylaşmak istedim. Tabii ki yazacaklarım sadece kişisel gözlemlerime dayalı olup, tüm Amerika’yı kapsa(ya)maz. Zaten benim ışıklı-büyüleyici, şık ve genelde ince yapılı insanların gezindiği Los Angeles sokaklarından sonra “bigger is better” anlayışından hareketle böceklerinden, kamyonlarına, hatta insanına herşeyin ortalama 2 kat büy]uk olduğu Texas arasında gözlediklerim bile epeyce farklı.

Swap Nedir    Deflasyon Nedir    Bono Nedir?    Reeskont Nedir    Ekonomi Nedir    Enflasyon Nedir

Çevremde öncelikle ilk dikkatimi ceken, mimar olarak, 7 tepeli, sokakları labirent ve canlı bir organizmaymışçasına sürekli (fakat maalesef plansız) büyüyen İstanbul’umdan sonra yerleşim alanları ile merkezi iş alanlarının birbirinden ayrı planlandığı, cadde ve sokakların kareli metod defterinde çizilmişçesine birbirine dik ve paralel sistemde bloklardan oluşan bir yapılaşmanın varlığı oldu. Kendiliğinden ve zaman içinde değil, önceden çizilmiş-planlanmış olduğu belli, içinde yaşaması kolay ama süprizi ve tadı olmayan mekanik bir yapılaşma… Tarifler doğu-batı gibi yönlere ya da 2 blok sonra sağa, 1 blok sonra sola şeklinde bloklara dayalı yapılıyordu. Benim yaşadığım bölge, coğrafi açıdan çok düz olduğu ve en yüksek bina 7 katlı olduğu için de başlangıçta etraf gözüme çok düz ve yavan göründü. Nerede Beşiktaş’ın Boğaz’a, Balat’ın Haliç’e nefis vistalar veren gizemli dar sokakları, dik yokuşları… Ayrıca betonarme apartmanlar yerine, bahçeli ahşap evleri de gözüm başta yadırgadı.

İkinci farklılık, sokakların oldukça boş ve temiz olmasıydı. “Nerede bu insanlar, sokaklarda oynayan çocuklar yok mu?” diye aklımdan geçirdiğimi anımsıyorum. Tabii herşey gibi insanların hayatları da o kadar sistemli ve programlı ki, çocukların okulları yoksa bale kursları ya da beyzbol antremanları oluyor. Çalışmayan annelerin en birincil vazifesi, aile tipi bir arabayla çocukları programlarına getirip götürmek. Çünkü burada toplu taşımacılık yok denecek kadar az, bir de sokaklarda çöpün arkasından fırlayarak ödünüzü koparan ve adrenalinizi yükselten kedi-köpekler yok (yerine bol bol sincap görebilirsiniz ya da arabanızın önüne bir geyik fırlayabilir). Yollarda gördüğüm “geyik” tabelaları beni başta epey güldürmüştü. Burada korna sesi duymak neredeyse imkansız, insanlar trafikte inanılmaz sabırlı ve bizdeki uygulamanın tersi, yayalara öncelik tanınıyor. Ama alışkanlık bu ya, ben hala İstanbul'umun kalabalık kaldırımlarını, denizle karışık egzos kokusunu, hatta korna sesi duymayı bile özlüyorum.

Amerika güzel, gerçekten heyecan verici. Herşey sistemli çalışıyor, ama bence eksik olan birşeyler var. İnsanlar birbirlerini tanımıyorlar, zaten buna istek ya da zamanları da yok. Burada iletişim cok sahici değil ve insanlar içten değiller sanki. Korkunç bir izole edilmişlik, üst düzeyde bireyselleşme, konu-komşuluk yok, herkes "kendi" hayatını yaşayıp, "kendi" hedeflerinin peşinden koşuyor, o yüzden de zamanlar kısıtlı, yemekler fast food, arkadaşlıklar yüzeysel, konuşmalar "chat", uykular "nap". Herşey hızlı ve "light" yani, derinlik ve gereksiz ayrıntı yok.

Amerikalılar, objektif olmak gerekirse, herkesin hakkına-özgürlüğüne çok saygılı ve sözlerine sadık, dakik insanlar. Ayrıca güleryüzlüler. İlk geldiğimde en yadırgadığım, hatta hala zaman zaman tuhafıma giden şey, sokakta ya da markette yürürken, tanımadığım insanların “merhaba” demesi, hal hatır sorması, hapşırdıklarında ya da yanınızdan geçerken hafifçe dokunduklarında bile özür dilemeleri oldu. “Tanışıyor muyuz” dememek için kendimi zor tutuyordum ama zamanla gördüm ki, toplumsal bir alışkanlık bu; yani adetten soruluyor. Yoksa gerçekte “who cares?”… Yine de hoşuma gitmediğini söyleyemem. İletişimle ilgili bir not da, kişilerin mahremiyet alanlarına saygılı olmanız gerektiği, yani kuyrukta beklerken (kuyruk ihlali sözkonusu bile olmaz) insanlara fazla yaklaştığınızda rahatsız oluyorlar ve bunu beden dilleriyle belirtiyorlar. O yüzden Türkiye’deki yaklaşma mesafesinin en az 2 katını baz almanızı öneririm. Arkadaşlarla da ya tokalaşılıyor ya da sadece yanaktan 1 kere öpüşülüp bir kucaklaşılıyor, bizdeki gibi 2 yanaktan değil yani : ) Ayrıca “gesture” denen vücut hareketlerinize dikkat etmek gerekiyor, her kültürün kendine özgü bir iletişimi oluyor ne de olsa. Ancak genellemek gerekirse, iletişimde bizim kadar el-kol hareketi yapmadıklarını ve birbirlerine fazla dokunmadıklarını gözlediğimi söyleyebilirim. Eşim Amerikalı olduğundan yakından gözlüyorum : )

Temizlik anlayışları bizdekinin tersi gibi. Herkes bahçesine bakmakla ve kapısının önünü temiz tutmakla yükümlü (bizim şehirde çimler 2 foot’u geçmeden kesilmezse gelip ceza kesiyorlar), haftanın belli günü herkes çöp bidonunu yola çekiyor, çöpler düzenli toplanıyor (herkesin belli çöp limiti var, fazla çöpe para alıyorlar). Burada, bizdekinin tersi, sokaklar çok temiz, evlerde ise ayakkabı ile dolaşılıyor (belki de sokakların temizliğinden), klozetlerde taharet musluğu yok ve genelde her ailede kedi ya da köpek var. Herhalde sokaklarda göremediğimiz kedi-köpek ırkı ev içine alınmış, ailenin bir ferdi gibi kabul ediliyorlar, mezarlıkları bile var.

Değindiğim gibi toplu taşımacılık gelişmemiş (New York, Los Angelas, San Francisco, Chicago gibi büyük şehirleri kasdetmiyorum) ama 1,5 saat uzaklıkta yaşadığım ve büyük şehir addedilen Texas eyaletinin başkenti Austin’de bile gelişmiş bir otobüs sistemi ve metro yok. O yüzden burada araba, ayakkabınız gibi. Bir evde kaç nüfus varsa, o kadar da araba olmak durumunda. Türkiye’de arabasız ve ehliyetsiz yaşamak mümkün olduğu halde, burada insanların ehliyetsiz olmalarına tuhaf bakılıyor. Sadece turistler ve genelde yabancı öğrencilerin arabaları yok, diyebiliriz. Arabalar da Türkiye’deki gibi ulaşılması zor nesneler değil, ikinci el bir arabayı makul fiyatlara alabiliyorsunuz (zaten 1. el araba da pek tercih edilmiyor, ayrıca pazarlıksız araba alana “yeni gelen” ya da “saf” gözüyle bakılıyor). Bu konuda son bir not da, kaldırımlarda arabalar yok ve “değnekçilik” sistemi (!) burada yok.

Sosyal hayata gelince… Büyük metropolitanlar dışında yapılacaklar çok çeşitli değil. "Outdoor" aktiviteleri seviyorsanız şanslısınız. Texas’ın % 80’i sular üzerine kurulu olduğundan (tabii bunun nefes almanıza etkisi başka bir yazı konusu) çok büyük ve güzel gölleri var. Dalma, balıkçılık ya da kamp yapabilirsiniz. Arkadaşlarla göl kenarı barbekü ya da evde mangal partileri çok yaygın. Ama kültürel aktiviteler derseniz, Austin’de seçenekler maalesef İstanbul’daki kadar çeşitli değil. Çok fazla müze yok ama Austin Tarih Müzesi ziyarete değer, insan “yüzlerce yıllık tarihimize rağmen biz niye bunları yapamıyoruz?” diye düşünmeden edemiyor. Burada sinemaya gidebilirsiniz, Texas Üniversitesi’nde bir oyun izleyebilirsiniz ya da (tüm USA için geçerli) BlockBuster’dan bir film kiralar evde izlersiniz. Sinemalarda enteresan birşey, koltuk numarası yok, mola / film arası da yok. Biletini alıp kafana göre oturuyorsun. İlk sinemaya gittiğimde 3 saat kalkmadan oturmak zorunda kaldım ve epey zorlandım. Alaska-Frigo da yok tabii… Allahtan koltuklar rahat ve kocaman (Texas standartlarında) ve de patlamış mısırlar çok lezzetli. Üstüne peynir tozu dökebilirsiniz. Zaten marketlerde de herşeyin tozu-tuzu var (soğan tuzu vs.). Sinemadan sonra markete alışverişe gittik, gece 1’de alışveriş yapmak çok ilginç geldi, en azından kalabalık yoktu (hoş, ben kalabalıklara hasretim ya. Burada büyük marketler 24 saat açık. Çünkü talep var. İnsanlar farklı vardiyalarda çalışabiliyorlar, dolayısıyla birinin gecesi öbürünün gündüzü olabiliyor. Marketlerde envayi çeşit ürünü bulmak mümkün ama çekirdekli tuzlu zeytin ya da Türk kahvesi için büyük şehirlerdeki etnik marketlere gitmek ya da interneti kullanmak gerekiyor. (Yine de tiryakilerinin çaydanlık ve cezvelerini yanlarında getirmeleri şiddetle tavsiye olunur.) Meyve ve sebzeler genelde yıkanmış oluyor ve organik (hormonsuz) olanları pahalı. Bizdekinin tersi, dönmuş ürünler burada daha ucuz, tazeler pahalı. Meyve-sebze konusunda ülkemizin değerini daha bir anladım. Taze meyveler “Flea Market” denen “Bit Pazarları”nda daha uygun bulunabiliyor. Tüketici hakları çok gelişmiş, beğenmediğiniz malı belli süre içinde (bazen hiçbir neden göstermeksizin) iade edebiliyorsunuz, müsteri daima haklı.

Konserlere gelince… 28 Haziran 2003’te San Antonio’da gittiğim Justin Timberlake-Christina Aguilera konseri tek deneyimim ama şunu söyleyebilirim “şov” dünyası nelere müktedir anladım. 30.000’den fazla kişi en ufak itişme-kakışma olmadan yerlerimize yerleştik ve 3,5 saat gerçek dünyadan kopmuşuz. Yaş grubuma pek hitap etmemekle beraber tesadüfen gittiğim konserde gözlediklerim: Biz sahada olduğumuz için ayaktaydık ama herkes numaralı yerinde durmak zorunda idi. Bizden 2 sıra arkaya düşmüş arkadaşımız yanımıza gelmek istediğinde görevliler gelerek uyardı ve arkadaşımız yerine yollandı. Omuzlara çıkmak yasak (düşüp de yaralanırsanız dava açabilirsiniz çünkü). Yani teknoloji ve atmosfer çok güzel ama herşey kurallara bağlanmış. Coşkunuzu yaşayamıyorsunuz ya da kurallar çerçevesinde yaşıyorsunuz. Öte yandan o kalabalıkta ezilen, yaralanan da olmuyor. İhtimal dahilinde ilk yardım odası ve ambulans hazır, bekliyor.
Restoranlara gelince… Bizde suya para veririz ya, burada su genelde ücretsiz. Birşey içmek istediğinizde belirtmezseniz “buzlu” geliyor. İçeceklere genelde bir kere para ödeyip sonra doldurup doldurup tekrar içebiliyorsunuz. “All you can drink” deniyor. Porsiyonlar çok büyük ve maalesef zamanla mideniz genişlediğinde size de normal gelmeye başlıyor. Bizdeki gibi herşeyi ekmekle yemek alışkanlığı yok. Burada insan emeğinin sözkonusu olduğu her yerde (sadece restoranlarda değil, garip gelecek ama taksilerde bile) tutarın yaklaşık %15’i kadar bahşiş vermeniz gerekiyor. Yemeğin artanını da “dog bag” deyip (köpeğime paket yaptırıyorum gibilerinden) paketletme ve eve götürme şansınız var. “All you can eat” açık büfelerde ise istediğiniz kadar yiyebiliyorsunuz. Söylemeye gerek yok, fast food’un ana vatanındayız. Ucuz ve her yerde oluşları ile zaman sorunu yaşayanların (=tipik Amerikan) kurtarıcısı olsa da, fast food yemek sağlıksız bir seçim ve burada zincir restoranlar Türkiye’deki kadar temiz değil demek haksızlık olmaz. Bir farklılık da, sokaklarda gezen dondurma arabaları var (bizdeki gibi yayan gezmiyorlar), müziğini uzaktan duyan kapısının önüne çıkıyor.

Toplumsal hayatta ilgimi çeken 1-2 nokta ise… aslında sokakların burada çok da güvenli olmadığı, “homeless” denen bir grubun varlığıydı. Bizde de "Sokak Cocukları" vs. var ama burada kimileri bunu kendi tercihiyle yaşam biçimi olarak seçmiş, kimileri de gerçekten evsiz. Aile bağları Türkiye’deki kadar sıkı değil (ben fazla evsizimizin olmamasını buna bağlıyorum) ve herkesin belli yaştan sonra “kendi” hayatı var. Çocuklara erken yaşta kendi işlerini yapmaları öğretiliyor ve aile içi işlerde de katkıları bekleniyor, bizdeki “dokunmayalım ders çalışsın” anlayışı yok. Genelde 18’inden sonra kolej, iş ya da orduya katılarak yaşantılarını çiziyor ve aileleriyle ancak "Christmas" gibi özel günlerde bir araya geliyorlar. Ebeveynler de çok yaşlanınca çocuklarının evine torun bakmaya değil de, “nursing house”lara gidiyorlar. Herkes maddi-manevi sıkıntısından kendisi sorumlu, ben bu anlamda Türkiye’nin çok daha iyi durumda olduğunu ve bu değerlerimizi yitirmemeye çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Texas’ta olduğum için söylemiyorum, gerçekten genelde belli saatten sonra sokakta çok rahat dolaşamıyorsunuz, tehlikeli olabiliyor.

Gündelik hayatta bana ilginç gelen kavramlar ise ilki, "laundrymat"lar, yani çamaşırhaneler. Türkiye’de hemen herkesin evinde beyaz eşyası vardır ama burada öyle değil, çamaşırlarınızı götürüp yıkayabileceğiniz ortak çamaşırhaneler var. İkincisi, GYM’ler çok yaygın. Sağlıklı yaşam trendinin çıkışa geçmesiyle ‘gym’e gitme neredeyse herkesin gündelik olarak yaptığı bir aktivite olmuş. Yerel yönetimin sağladığı ücretsiz tenis kortları vs. de var. Üçüncü olarak, kütüphaneler ücretsiz. Sadece Sosyal Güvenlik Numarası ve adresinizi vererek üye olup bir seferde 3 haftalığına, 20 taneye kadar kitap, kaset, CD, DVD ya da video kaset alabiliyorsunuz. Burada rastlamadım ama kütüphanelerin, büyük şehirlerde evsizlerin rağbet ettiği mekanlar olduğunu duydum. Kütüphanelerde internet olanağı da var. İnternet demişken… Burada internet kullanımı hayatın içine o kadar işlemiş ki; bizdeki gibi sadece fatura ödeme ya da e-mailleşme amacıyla kullanılmıyor, hemen her hizmeti internet üzerinden alma / verme imkanınız var. Local chatroom’larda sanal arkadaşlar edinip sonra gidip şahsen tanışabiliyorsunuz. Uzaktan çalışma (tele-working), home office kavramları çok yaygın. İşinizi evden internet üzerinden yürütmek, kendi işinin sahibi olmak Amerikalılar'ın tercih ettiği çalışma biçimleri. Bunun yanısıra hemen her meslekte “licensed / registered” (lisansli / kayıtlı) olmanız gerekiyor. Masör ya da mimar, farketmiyor, mesleğinizde belli testlerden geçmiş ve yeterliliğinizi ispatlamış olmanız gerekiyor. Bu sınavlar da eyaletten eyalete farklılık gösteriyor. Yani burada herhangi bir hizmet aldığınızda yüklüce para ödemeniz gerekse bile (avukat da tutsanız, doktora ya da masöre de gitseniz) insanların işinin ehli olduğuna güvenebiliyorsunuz, biliyorsunuz ki bu kişiler defalarca test edilmiş. Aklıma gelen bir farklılık da, arabanızla yanaşabileceğiniz ATM’ler var (ilk bakışta benzin istasyonuna benziyor), bir de araba bankacılığı var (-ki o daha da ilginç, arabanızla yanaştığınız istasyonlarda para ve dokümanınızı silindirik bir tüpün içine koyup düğmeye basıyorsunuz, havalandırma kanalı gibi kanallar ile banka içine ulaşıyor, gerekli işlemi yaptıktan sonra aynı kanalla size geri yolluyorlar) ya da arabadan fast food ısmarlayabiliyorsunuz. Bir diğer farklılık da, benzin istasyonlarında kendi benzininizi kendiniz dolduruyorsunuz, Türkiye’deki lüksünüz burada yok. “Kendi işini kendin gör” mantığı. Bayan okuyucular için söyleyeyim, Türkiye’deki lükslerimizden biri olan ev temizliğine yardımcı hanım almak, burada çok pahalı, kuaförler ve güzellik hizmetleri de öyle, ShortCuts adlı zincir kuaförde bir kesim-fön $42 (bu fiyat alışveriş merkezi ici kuaförlerde daha da pahalı). Ev tipi ürünler çok gelişmiş ama işçilik pahalı olduğu için salona gitmek gerçek bir “lüks”.

Özlediklerime gelince… Sokaklardan geçen işportacıların, eskicilerin bağırmasını, ezan sesi duymayı, kalabalık kaldırımları, bu kaldırımlarda koşturan kalabalıkların yüzündeki capcanlı ifadeyi, uzaktan birbirine bağıranları, çınaraltı] kahvelerinin gölgesini, buralarda birisinin size sormadan gelip masaya çay bırakmasını, vapura binmeyi, pazara gitmeyi, çarşı-pazarda pazarlık etmeyi, mahalle bakkalımı / manavımı, kuaförümü, temizliğe yardımıma gelen Ayşe Abla’mı, anneannemin içli köftesini, annemin böreğini, fırın ekmeğini, pastane açmasını (burada maalesef pastane kavramı ve lezzetli açmalar, tatlılar, pastalar yok, marketlerde “cake” adı altında renkli kremalı ve çok lezzetsiz ürünler var pasta yerine), ofiste her öğlen yemekten sonra içtiğim Gül’ün kahvesini, ofisçe yaptığımız yaşgünü kutlamalarını, arkadaşlarımın candanlığını, aile toplantılarımızı, ailemin tüm fertlerini, dünyanin en güzel şehri İstanbul’umu ve Türkiye’mi özlüyorum...

2 Yorum Var.:

Adsız dedi ki...

Genelde yurtdışına giden Türk vatandaşlarında Türkçeyi kullanma konusunda gerileme olur yada böyle hissettirirler. Ancak sizi, Amerika'da yaşayan biri olarak makalenizdeki kullandığınız Türkçeden dolayı kutlamamız gerektigine inanıyorum.Tebrikler...

Unknown dedi ki...

dediklerine katılıyorum ama bende bi süre amerikada kaldım chıcago gibi buyuk kentleride gördüm. ama ben amerikayı sevdim ancak dediklerinde korkutuyor orda yaşamayı bile düşünmedim değil oraya alışamazmıyım yada bi süre gidip iyice kalıp sonra ülkeme geri döneyim bana biraz yardımcı olursanız sevinirim amerikamı türkiyemi?