Türkiye'nin yakaladığı hızlı büyüme trendini ideoloji, cehalet, çapsızlık, at gözlüğü, şu ya da bu nedenle farklı nedenlere tahvil edenlere, her ne kadar akademik birikimlerine, konumlarına saygı duysam da, katlanamıyorum. Evet, Erinç Yeldan bu ülkenin yetiştirdiği en önemli akademisyenlerden, iktisatçılardan (Iktisat nedir) biridir. Ancak safsata sayın Yeldan da söylese, Başbakan da söylese, ben de söylesem safsatadır. "Biased" yorumlar, hipotezler yorum, hipotez değil propoagandadır. Burada teorik bir yanlışlık, ekonomi bilgisi bazında bir yanılgı değil bir etik sorunu vardır.
Özelleştirmeye, özel sektöre karşı olabilirsiniz. Ancak bu fikirleri savunurken özel bir üniversitede çalışma tercihinizi de açıklamanız gerekir. Bu tıpkı Madonna'nın Amerikan karşıtı olması gibi bir çelişkidir. Ya da "dünyanın dört bir yanından küreselleşme karşıtlarının internet üzerinden bir araya gelmeleri", ya da internet üzerinden küreselleşme karşıtı söylemlerde bulunmak gibi. Ben tarih kitaplarına baktım ama ilgili birşey bulamadım: 17. ve 18. yüzyıllarda "anti-gravitation" taraftarları var mıydı acaba? Bilgisi olanlar bu konuda beni aydınlatırsa sevinirim.
Gelelim yeniden ekonomiye: Türkiye'nin peşpeşe on altı çeyrek pozitif büyümesi, hem de ortalama trendin hayli hayli üstünde oranlarda büyümesi, bu süreçte izlenen politikaların doğal bir sonucudur. İzlenen politikalardan kastım, sıkı para, sıkı maliye ve sürdürülen yapısal reformlardır. Bunlar sır değildir. Para politikasını Merkez Bankası'ndan, maliye politikasını bütçe rakamlarından, yapısal reformları da AB sürecinden izleyebilirsiniz. İddiam (ya da iddiamız) şudur ki bu üç ayakta aksama olmadığı sürece Türkiye yüzde 5 değil, yüzde 7'nin üzerinde büyümeye devam edecektir. Riskler yok mudur? Vardır. Ama teoride "reform fatigue" olarak adlandırılan süreçlerin yaşanması normaldir, gelip geçici olması beklenir. Her üç ayağı da yakından izleyen biri olarak henüz tehlike arzedecek bir bozulma görmüyorum. Olsaydı National Bank of Greece yöneticilerine ve danışmanlarına aptal dememiz lazımdı. Onların bu üç ayağı da benden daha sıkı izlediklerini düşünüyorum.
Ne görüyoruz? Bütçe açığı rekor düzeylere düşmüş durumda. Bunun ekonomik yansıması tabiki olumlu olacak. Hele iktidar "denk bütçe" ile seçime gitmenin tadını bir kez alırsa çok da uzak olmayan bir gelecekte Türkiye'nin hangi noktalara geleceğini hep beraber göreceğiz. Hemen not edeyim. Şu anda Türkiye'nin önündeki esas tehlike seçim barajıdır. Yüzde 10 barajı çok yüksektir. 2007 seçimlerinde barajı geçen tek partinin AKP olma olasılığı oldukça yüksektir. Bu da aslında toplumsal dinamikler gereği CHP, Cumhuriyet gazetesi ve militarizm sevdalıların ekmeğine yağ sürmektedir. Ama darbe sevdalıları sevinmesinler, AB sürecine endekslenmiş bir Türkiye'de 'Asr-ı Saadet'e geri dönme hayalleri gerçekleşmeyebilir. "Tehlikenin farkında mısınız?" Yok, şöyle yazacaktık: "?zınısım adnıkraf ninekilheT"
Bu konuda tahminim, AB'nin bu kadar yüksek bir seçim barajı ile seçime gidilmesine izin vermeyeceğidir. Buna bazıları istediğimiz gibi seçime gideriz AB ne karışır diyebilir. Bu "AB'ye evet, ama ulusal bağımsızlıktan ödün vermeden"ci komedyenlere bir çift lafım var. Ya bizi salak yerine koyuyorsunuz ya ne dediğinizi bilmiyorsunuz. Çünkü, AB tam anlamıyla "ulusal bağımsızlık"tan ödün vererek birlikte yaşama, beraber hareket etme üzerine tesis edilmiş bir birliktir.
Konuyu sık sık dağıttığımın, bir kaç yazıyı tek yazıda birleştirdiğimin farkındayım, sıkılan da okumasın, gitsin 'Aliye' falan izlesin, ya da sezon sonu geldi güzel maçlar var. Ama tekrar büyüme konusuna geri dönüyorum.
Onca eleştirinin aksine, son dört yılda aslında tam da istenenler olmaktadır:
1. Kamu yatırımları düşük kalmakta, yatırımları özel sektör yapmaktadır. İstenen de devletin patates yetiştirip pantolon dikmeyi bırakıp işini gücünü yapmasıdır. Yapılan da budur.
2.Tarım nüfusunu azaltmamız gerekmektedir, tarım nüfusu azalmaktadır.
3.Sanayi ve hizmetler sektörünün istihdam yaratması gerekmektedir, yılda ortalama bir milyon yeni istihdam yaratılmaktadır.
4. Her sektörde verimlilik artışı şarttır. Verimlilik, nasıl hesaplarsanız hesaplayın, nereden ölçerseniz ölçün artmaktadır.
5. Verimlilik sorunu olan sektörlerin ölmesi gerekmektedir, tekstil can çekişmektedir. Türkiye'nin "nalbantların çocukları aç kalacak" endişesiyle "nalbantçılığı" koruyacak, gereksiz yere at, katır, eşek besleyecek hali yoktur. Nalbant ne demek diye soran varsa verdiğim örnek tam yerine oturmuştur.
Gelelim sermaye hareketlerine.
Ekonomik büyümeyi sermaye girişleri ile açıklayan senaryo benim daha önce yazdığım 'Trabzonspor-led growth' senaryosu ile eşdeğerdir, komiktir, güdüktür, zavallıdır. Sebep-sonuç ilişkisinden bihaberdir. Sermaye girişi diye genel bir ifade kullanarak kestirip atmak ya cehaletten ya da kötü niyetten, yukarıda bahsettiğim 'biased' görüş niyetindendir. Bizim de bunu yutmamız beklenmektedir. Kısa kesip, bu arkadaşların Çin'e giren yabancı sermaye rakamlarına bakmalarını tavsiye edeceğim.
Efendim, bu yabancı sermaye denen şeyin sıcağı vardır soğuğu vardır, hırlısı vardır hırsızı vardır, hadi biraz akademik gözüksün, 'risk-averse'i vardır, 'risk-lover'i vardır. Mesela şöyle bir soru sorsam; bu yabancı sermaye madem 'yüksek getiri'yi pek seviyor, reel faizlerin rekor seviyede yüksek olduğu yıllarda nerelerdeydiler acaba? Niye gelip faizleri düşürmediler, biz de büyüyemedik, ikide bir tosladık duvara? Ne garip ki o zamanlar ortalıkta yoktular ama Türkiye'de reel faizler tarihinin en düşük seviyelerine inince hababam akmaktalar. Asıl mesele tam tersi olmasın: Acaba bir kaç paragraf üstte yaptığımız analizi onlar da yapabiliyor, yüksek büyüme trendini görüyor olmasınlar?
Büsbütün hışır olmayan herkes bilir ki, ithalat GSMH hesabı üzerinde negatif etki yapar. Yine az çok bilgi sahibi kişiler bilir ki Türkiye'de yüksek ithalat, dolayısıyla yüksek cari açık, ekonomik büyümenin sonucudur, sebebi değil. Rakamlara kıçından bakmazsanız, Türkiye'nin net tüketim malı ihracatçısı, net yatırım ve ara malları ithalatçısı olduğunu görürsünüz, ihracat yapmak için de ithalat yapmak durumunda olduğunuzu bilirsiniz. İthalat artıyor diye felaket tellalığı yapanlar, "bilgisayar almayalım bizim sekreter daktilo ile işimizi görür" basitliğindedirler. "Döviz kuru çok düşük, azıcık yükseltelim, birazcık enflasyondan zarar gelmez" diyenlerin ya tuzu kurudur, ya da gelir dağılımında bozulmaktan fayda sağlamaktadırlar. Aslında tam olarak 2001 yılını istemektedirler. Hani şu Trabzonspor'un düşmekten son anda kurtulduğu yıl: Cari işlemler dengesi fazla vermiş, döviz kuru yukarıda, azıcık(!) enflasyon da var, ne güzeldi o günler!
Dürüstçe şu soruma cevap istiyorum: Şimdi cari fazla veriyor olsaydık, bu sefer de "ulusal sermayemiz dışarı kaçıyor" diyecek miydiniz?
Efendim, bu cari açık ve sermaye girişi meselesi sizi biraz aşıyor sanırım. Ödemeler dengesi adı üstünde denkliktir. Denklik nedir? İlkokuldan biliyoruz. Sağ ve sol taraf birbirine eşittir. Eğer cari açık veriyorsanız ya sermaye girişi olacak ya da sermayeden yiyeceksiniz, yani rezervlerinizden karşılayacaksınız. Bunlardan ikincisi sürdürülemez. Rezervler değişmedi varsayalım (kaldı ki rezervler artıyor), ne kadar cari açık veriyorsanız o kadar sermaye girişi olur. Yani üretim, ihracat yapmak istiyorsanız, ya da verimlilik artsın, sekreter kızımız daktiloya mahkum kalmasın diyorsanız, ithalat yapacak, bu ithalatı da "bir şekilde" finanse edeceksiniz. Bir şekilde dediğime bakmayın. Aslında iki şekilde: Ya başkaları gelip sizin için doğrudan yatırım yapacak (FDI), ya da borçlanacaksınız. Sıcak para, yani yabancıların gelip borsadan hisse senedi alması (spekülatif veya kalıcı), ya da ikincil piyasada hazine bonosu da bir nevi borçlanmadır, vadesi belirsizdir.
Neticede, her iki şekilde de asıl hikaye aynıdır: Başkalarının tasarruflarını kullanmak. İçeride tasarrufunuz yoksa buna mecbursunuz. Yok, madem tasarrufum yok yatırım da yapmayalım diyorsanız o başka. O zaman da pek sevdiğiniz "iş, aş, fakirlik, gelir dağılımı" sorunlarına çözümünüz beklenmektedir.
Eğer finansman tamamen FDI ise dert etmenize gerek yoktur. Sıkça söylendiği şekliyle, adamın yaptığı binayı yükleyip götürecek hali yok. Ya da Türk Telekom'u, Garanti Bankası'nı satmaya kalksa en az bir sene sürer. Borsada satıp çıkmaya benzemez.
Borçlanma konusu ise biraz karışık. Kimin borçlandığı önemlidir. Bizim alışkın olduğumuz model ulu devletimizin borçlanması, borçlanamazsa IMF'den para dilenmesidir. Geçmişte yapılan budur. Şimdi ne yapıldığını görmek istiyorsanız TCMB'nin sitesine gidin orada yazıyor.
Özel sektörün borçlanması ise beni ilgilendirmez. Borcu alan düşünsün, çünkü ödeyecek olan o. Ödeyemezse bankasına, fabrikasına, şirketine, işletmesine, malına mülküne el konur, haciz gelir alacaklıya verilir (Sermaye düşmanı arkadaşlar pek sevinirler sanırım). Yani hoş olmasa da, bir nevi "de facto FDI".
Demek ki neymiş?
Sermaye girişleri ve büyüme oranlarını bir grafikte birleştirip anadan üryan Arşimed misali "Buldum! Buldum" diye ortalığa çıkılmayacakmış. Yağmur yağması ile şemsiye açılması arasında ilişki var diyerek bulutsuz havada "bak şimdi şemsiyemi açacağım, yağmur yağacak" denilmeyecekmiş. Şimdi "speculative-led growth", "jobless growth" meraklıları literatürden biraz da "productivity-led growth", hadi biraz cafcaflı olsun, "determinants of growth and the role of structural reforms" konularını araştırsınlar.
Farkında mısınız her yazımdan bir "further research area" çıkıyor.
3 Yorum Var.:
elinize saglik,cok guzel bir yazi.
Ama yinede ikiye bolup daha duzenli yazsaymissiniz daha iyi olurmus.(Sistematik takip acisindan)
Aliye'yi kacirdim :))
Ya Baris Agabey seni de Engin Ardic'in iktisatci pardon ekonomist versiyonu yapalim. Öptüm Baris Agabey. Anonim kalayim sen kafani yorma.
Granger'ın yeğeni ya sen iktisadın i sinden bile anlamıyorsun ya da siyasi, ideolojik amaçlarla gerçekleri çarpıtıyosun. Eğer iktisat bilgin zayıfsa sana Prof. Dr. Erinç Yeldan'dan ders almanı tavsiye ederim. Hem iktisadı öğrenirsin hem de etik kavramı birazcık olsun zihninde yer işgal eder.
Yorum Gönder